TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Hanefi Matüridi imamlar aklı; insanın yaratıcısını bulmak ve birtakım temel ahlaki değerleri bilmek konusunda bir kaynak olarak görüyorlar. Aslında imanın ve ahlakın temel kaynağının özellikle Matüridî kelamında akıl olarak görülmesi, bu açıdan oldukça önemlidir. Yalnız burada kelamî ve Kur’anî perspektifte “akıl” kavramının pozitivist anlamda ve “intellect” anlamında akıl olmadığını vurgulamam lazım.
Birine yardım etmek yani vicdan sahibi olmak ile bilişsel zekâ arasında bir ilişki var. Bugün eğer bir ahlak problemimiz varsa, bu aynı zamanda bir “akıl” problemimiz olduğunu da gösterir
Matüridi açısından “akıl etmek” aynı zamanda ahlaklı olmayı da içerir.
Herkes için kabul edilen genel geçer ahlaki ilkelerden bahsedebilir miyiz? Cevabımız hayır ise, işimiz oldukça zordur. Çünkü bu durumda masum bir insanı öldürmenin, yalan söylemenin yanlış olduğunu iddia etmemiz imkânsız hâle gelecektir. Ortak bir iyi ve kötü yoksa ortak bir dünya da yok demektir. Çok fazla teorik tartışmalara girmeden bir arada yaşamanın asgari şartları için yalnızca hukuksal sözleşmelere değil, ahlaki ilkelere de ihtiyaç duyarız. Çünkü ahlak; başka hayatları da kapsayan, bizi ötekine yaklaştıran, birini diğerine karşı sorumlu kılan insani bir durumdur. Ahlakla bağı olan kişi, diğer insanlarla birlikte ortak bir dünya kurar. Birey tek başına yaşadığında ahlaki eyleme ihtiyaç duymaz. Yalan söylememek, çalmamak, dürüst olmak, aldatmamak gibi tüm erdemli davranışlar ancak bir toplum içinde bulunduğumuzda anlamlı olur.
Dolayısıyla ahlak sosyal bir varlık olarak insanın tabii, fıtrî bir eylemi olarak karşımıza çıkar. Ahlakın kaynağı, bu açıdan insan olmanın tabii bir özelliğidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği, düşünen bir varlık olmasıdır. Düşünmek ve akıl yürütmek, bizi biz yapan en temel özelliğimizdir. Bu nedenle Ebu Hanîfe hazretleri (ö. 150/767), İlâhî çağrı ulaşmasa yaratıcıyı bilmenin akıl sahiplerine vacip olduğunu söylemiştir: “Göklerin ve yerin yaratılışı ve kendi yaratılışından gördükleri sebebiyle, yaratıcısını bilmemekte hiç kimse mazur değildir. Eğer Allah hiçbir Resul göndermeseydi, Allah’ı bilmek insanlara akıllarıyla vacip olurdu. Şeriatın gelmesiyle, hüccet kaim olmadıkça şer’î kurallar konusunda ise mazurdurlar.”
Ebu’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1114) de İbrahim aleyhisselam ve Eshab-ı Kehf örneklerine işaretle, vahyin ulaşmadığı yetişkin kimsenin, âlemin yaratıcısını aklıyla bilmek konusunda mazur olmadığını söyler. Dolayısıyla; vahye muhatap olmamış insanların, dinlerin şeriatlerinden (namaz, oruç, kurban vb.) mesul olmasalar da yaratıcıyı ve bazı temel ahlaki değerleri bilmek gibi meselelerden sorumlu tutulacaklarını söylerler.
NASIL BİR "AKIL"?
Anlaşılıyor ki, Hanefi Matüridi imamlar aklı; insanın yaratıcısını bulmak ve birtakım temel ahlaki değerleri bilmek konusunda bir kaynak olarak görüyorlar. Aslında imanın ve ahlakın temel kaynağının özellikle Matüridî kelamında akıl olarak görülmesi, bu açıdan oldukça önemlidir. Yalnız burada Kelamî ve Kur’anî perspektifte “akıl” kavramının pozitivist anlamda ve “intellect” anlamında akıl olmadığını vurgulamam lazım. İntellect, nesneler arasındaki ilişkiyi mantıksal olarak açıklamayı ve kavramayı ifade eden zekâ anlamında kullanılır. Akıl kavramı ise insanın sağduyulu olması, kendini başkalarına zarar vermekten alıkoyması gibi anları da içerir. Biz genelde akıl denildiğinde, zekâ kavramını anlamayı tercih ederiz. Bu biraz da Descartesçi akıl anlayışının ve pozitivizmin bir dayatmasının sonucudur.
Oysa kelamda akıl, ahlakî bir karakter taşır. Bu anlamıyla akıl, insanı kendisine yaraşmayan davranışlardan alıkoyan melekeyi ifade eder. İyi ve kötüyü temyiz yani birbirinden ayırma gücü olarak akıl, düşünme eyleminin en temel özelliği olarak kabul edilir. Akıl, bazen bilginin kaynağı bazen de tecrübeyle kazanılan bilgiler toplamı olarak görülür. Fakat burada en önemli şey akıl karşılığı kullanılan kavramın çoğu kez “kalp” olmasıdır. Araf suresi 179. âyette “onların kalpleri vardır fakat anlamazlar” ya da iman alımında “kalp ile tasdik” derken aslında akıl ve düşünme melekesi anlamında kalp kelimesi tercih edilmiştir. Bu açıdan aslında özellikle Hanefi ve Matüridi imamlar iman ve ahlakı, akıl üzerine temellendirirken kastettikleri “akıl” kalp ile düşünmektir.
“Kalp” kelimesi daha çok duyguları ifade eden bir anlama melekesi ve organı için kullanılır. Oysa hem Arapçada hem de kelam ilminde kalp kelimesi anlama, kavrama, düşünme ve doğrulama anlamında da kullanılmıştır. Bu aslında yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kur’anî kullanıma da uygun düşmektedir. Arapçanın ilk sözlük yazarlarından biri olan Halil bin Ahmed (ö. 175/791)’in Kitabû’l-Ayn adlı sözlüğünde kalp kelimesi, akıl kelimesi ile karşılanmıştır. Dolayısıyla kalp kelimesi hem duygunun hem de düşünmenin kaynağı olarak akıl kelimesi ile eş anlamlı biçimde kullanılmıştır. İlk defa yüksek lisans tezimizde fark ettiğimiz bu durum karşısında şöyle demiştik: İslam kelamında akıl etmek, duyguyu dışlayan bir eylem değil onu da içeren bir eylem olarak kabul edilmektedir.
"AKIL ETMEK"TE DUYGUNUN YERİ
“Akıl etmek” yalnızca zihnin bir eylemi midir yoksa ona aslında duygularımız da eşlik eder mi? Kelam, ilginç biçimde hem iman etmeyi hem de ahlaki olmayı düşünme ve akıl etmeye bağlarken bu akıl etme eylemini yalnızca zihinsel bir eylem olarak görmez. Kalp kelimesinin çift anlamlılığından hareketle aslında onu metafizik, aşkın bir varlığa da bağlar. Ve ne kadar ilginçtir ki akıl ve akıl etme konusundaki son dönem çalışmaları bu düşünceyi desteklemektedir. Güney California Üniversitesi’nin David Dornsife Kürsüsü’nde sinirbilim, nöroloji ve psikoloji profesörü olan Antonio Damasio’nun “Descartes’in Yanılgısı” kitabı aklı yalnızca zihnin bir eylemi değil aynı zamanda duyguların da eşlik ettiği bir eylem olarak temellendirir.
Damasio, beyninin belirli bir bölgesi hasarlı olan ve duygu bozuklukları bulunan nörolojik hastalardan elde ettiği verilerle ortaya koyduğu somatik işaretleyici hipoteziyle duyguların karar vermemizdeki önemine ışık tutar. Damasio’nun iddiası; düşünme eyleminin zihnin yalnızca bir kesimi tarafından yürütülen mekanik bir eylem olmadığı, insanın tecrübelerinden tutun da tüm yaşanmışlıklarının bu eyleme katıldığı hatta bu yüzden de daha doğru ya da bazen yanlış kararlar verdiğimizdir.
Bu bağlamda Daniel Goleman ile birlikte anılan “Duygusal Zekâ” kavramını da hatırlamak yerinde olacaktır. Uzun yıllar boyunca duyguların zihinsel faaliyetleri engellediği ve bu nedenle kontrol edilmeleri gerektiği düşünülmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar bilişsel zekânın (IQ) hayattaki başarılara tek başına yeterli olmadığını, duygusal becerilerin de gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. P. Salovey ve J. D. Mayer adlı bilim insanları duygusal zekâyı, “bireyin kendisinin ve başkalarının duygularını anlama, bunlar arasında ayırım yapma ve bu süreçten elde ettiği bilgiyi, düşünce ve davranışlarında kullanabilme yeteneğiyle ilgili olan sosyal zekânın bir alt formu” olarak tanımlamaktadırlar. Birey; başka hayatlara karşı açık olduğunda, iletişim kurduğunda, farklılıkları kavradığı, onlarla bir arada yaşam kültürü geliştirdiğinde bu düşünme, kavrama, sorun çözme ve başarılı olma imkânını da artırıyor. Sonuç olarak duygusal olarak kemale ermiş bireyler, akli olarak da daha başarı oluyorlar. Daha açık biçimde ifade edersek; birine yardım etmek yani vicdan sahibi olmak ile bilişsel zekâ arasında bir ilişki var. Ahlaklı olduğumuzda; yalnızca iyi bir insan değil aynı zamanda daha başarılı ve yeniliğe daha açık ve yeni şeyleri keşfetmeye daha yetkin bir insan da oluyoruz…
KALP İLE DÜŞÜNMEK...
Dünyayı güzelleştirmenin yolu yalnızca zekâmızı doyurmaktan değil, duygularımızı da doğru beslemekten geçiyor. Dolayısıyla yalnızca zekâ ile değil kalp ile de düşünmeye alışmak bizi, hem daha ahlaklı hem de daha zeki kılıyor. Bunlar birbirine zıt ve birbirini dışlayan şeyler değil, aksine birbirini tamamlayan ve birbirini besleyen insani özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır…
Ne kadar ilginçtir ki, Kelamcıların özelikle de Hanefi-Matüridi İmamların, imanın ve ahlakın temeline yerleştirdikleri “kalp ile düşünmek”, “kalp ile tasdik etmek” eylemi akıl ve zekâ üzerindeki son gelişmeler açısından da oldukça önemli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.
Matüridi açısından “akıl etmek” aynı zamanda ahlaklı olmayı da içerir. Yani bir insan ahlaklı değilse bunun nedeni aynı zamanda onun aklını da kullanmadığı anlamına gelir. Mâtürîdî aklı “İyiliklerin ve kötülüklerin kendisiyle bilindiği şey” olarak tanımlamaktadır. Özünde güzel olanların değişmemesi, onların özlerinin yaratıcı tarafından o şekilde belirlenmiş olmasındandır. Nitekim Mâtürîdî aklın güzel bulduğu, gördüğü fiilleri ki bunlar niteliğinde değişim görülmeyen fiillerdir. Allah’ın güzel (tahsin) kıldığını, aklın çirkin bulduğu fiilleri de yine Allah’ın çirkin (takbih) kıldığını söyler. Örneğin Allah doğruluk ve adaleti‚ akıllarda güzel (tahsin) kılarken; yalan ve zulmü de çirkin (takbih) kılmıştır. Mâtürîdî itikadının ahlak anlayışı ile ilgili belirtilmesi gereken bir husus da onun düşünceyi, inancı ve doğru bilgiyi eyleme öncelemesi, eylemi taklide değil sağlam bir bilgiye dayandırmasıdır.
ASLINDA AKIL PROBLEMİ
Dolayısıyla bugün eğer bir ahlak problemimiz varsa, bu aynı zamanda bir “akıl” problemimiz olduğunu da gösterir. İnsanlara doğru düşünmeyi, başkalarını anlamayı, varlığı hissetmeyi öğretmeden ahlaklı olmayı öğretemeyiz. Hatta bunları birbirinden ayrı şeyler olarak düşünmek oldukça hatalı gözüküyor. Ve maalesef dijital çağ duygularımızı ihmal ederken mekanik yeteneklerimizi daha da azgınlaştırıyor.
Oysa akıl etmeden ahlaklı olmak mümkün değil, gibi. Sadece duygulara hitap ettiğimizde daha ahlaklı olmuyoruz ya da sadece zihne hitap ettiğimizde de daha zeki olmuyoruz. Aksine ikisini birlikte eğitmeyi başardığımız da hem ahlaki hem akli melekelerimiz gelişiyor. Madde ve manayı bir potada eritecek bir insan yetiştirme sanatını yeniden keşfetmek zorundayız…
Bu köşe yazısı 22.08.2020 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
16/11/2024