TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Bu hafta sonu ilk kez gittiğim bir kasapta siparişimin tamamlanmasını beklerken, kasap, çırağına “Dolar senin dediğin hamleyi yapmaya başladı sanki.” dedi. Öyle birdenbire. Bana hiç bakmıyorlar bu arada. Çırak da ustasına “Son baktığımda 5,72’ydi. Ne oldu? Yukarıya doğru hareket başladı mı?” diye sordu. Doğrusu ya, memleket ahalisinin ruh hali bugünlerde tam da böyle. Bir şeyler birdenbire kırılıverecekmiş gibi, yürekler pır pır. Neden?
Neden bu bir şeyler birdenbire kırılıverecekmiş gibi halimiz?
Öncelikle, geçen hafta, dolar, Amerikan Merkez Bankası (FED) artık faiz indirmeyecek diye, tüm dünyada bütün gelişmekte olan ülke paralarına karşı değer kaybederken, Türkiye ile Meksika istisnaydı. Güney Afrika randı ve Arjantin pesosunun son derece sarih değer kazanma grafiğiyle karşılaştırıldığında Türk lira’sı ve Meksika peso’sunun Amerikan dolarına karşı hareketi pek inişli çıkışlı oldu doğrusu. Bizim için döviz kurunda volatilite arttı. Ne oldu?
Meksika’nın daha göreve yenilerde gelen Maliye Bakanı “Ben artık AMLO’ya dayanamıyorum.” diye istifa etti. AMLO, malum, Meksika’nın popülist yeni devlet başkanı Andres Manuel Lopez Obrador’un isminin baş harfleri. Kendisi ülkesinde böyle tanınıyor. Bizim burada ise, Cumhuriyet tarihinde, normal şartlar altında, ilk defa bir merkez bankası başkanı görevden alındı. İşte ondan, bir şeyler birdenbire kırılıverecekmiş gibi, yürekler pır pır halimiz. Bundan sonra ne olur diye yaman meraklanıyoruz.
İkincisi, 12 Temmuz 2019 itibariyle, Rusya’dan kalkan 3 uçak ile S-400 uzun menzilli füzelerinin teslimatı süreci başladı. 12 Temmuz 1947 tarihinde Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan ilk güvenlik işbirliği anlaşmasının 72. yıl dönümünde, Türkiye’nin Rusya’ya karşı, Batı’yı tercih ettiğini ortaya koyduğu anlaşmanın 72. yıl dönümünde, Rus S-400 füzeleri Ankara’ya teslim edilmeye başlandı. Doğrusu teslimatın başlama tarihi bana herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak kadar sembolik geldi. Başkan Putin’in Rus güvenlik sisteminin ortak aklını temsil ettiği, tartışmasız bir kez daha kanıtlandı. Bunun bizimle bir ilgisi var mı? Yok. Amerikalılarla Rusların şahsi meselesi. Bir nevi, fillerin tepişmesi hali. Boş yere böyle bir şeyler birdenbire kırılıverecekmiş gibi, yürekler pır pır beklemiyor bizim kasap ile çırağı yani.
Üçüncüsü, 31 Mart seçimlerinin üzerinden 3,5 ay geçti gitti. 23 Haziran seçimleri biteli neredeyse 1 ay oldu. Ama bakın biz hala Türkiye’nin izleyeceği ekonomi politikasının esaslarını bilmiyoruz. Ne oldu? Millet, bir şeyler birdenbire kırılıverecekmiş gibi, yürekler pır pır beklemekten artık yoruldu.
Şimdi eğer bir de, “yüksek faiz yüksek enflasyonun sebebidir” tezini kanıtlamak için bir laboratuvar deneyi yapacaksak, doğrusu ben bir profesyonel iktisatçı olarak böyle bir laboratuvar deneyinden yalnızca memnuniyet duyarım. Adım adım deneyi not ederiz, milletin verdiği tepkileri yerinde inceleriz. Hoş olur doğrusu. İktisat politikası tasarımında kitlesel deney fırsatı her iktisatçıya nasip olmaz.
Peki, yapılan deneyi ilginç bulur muyum? Hayır. Bak o başka bir hikaye ve ayrıca anlatırım. Geçen haftada ifade ettiğim gibi, bu deney dahil bunların hiçbiri bana hiç ilginç gelmiyor yazı konusu olarak. Onun yerine geçen hafta başladığım, Türkiye’nin son 40 yıldaki ekonomik ve siyasi transformasyonuna ilişkin değerlendirmeye devam edeyim, müsaadenizle. Bu tür bir değerlendirme bana çok daha güncel ve ilginç geliyor bugünlerde doğrusu.
Avrupa Birliği üyesi olan Polonya, Macaristan ve Romanya, Türkiye’yi nasıl sollamaya başladılar?
Geçen hafta, İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) İlk 500 Sanayi Şirketi listesinden bahsetmeye başlamıştım. 1998 yılında ilk 500 sanayi şirketimizin yüzde 48’i İstanbul’daydı. 2018 yılı itibariyle İstanbul’un listedeki payı yüzde 34’e gerilemişti. Nedir? Son yirmi yıldır Türk sanayii kararlı bir biçimde Anadolu’nun içlerine doğru yürümekteydi. Yürüyüşün otoyol boylarından olduğunun da altını çizmiştim.
Sonra bir dizi tepki aldım doğrusu. Tepkilerin en ilginci “Onlar şimdi borçlu ve kazandıklarını faize yatırıyorlar.” biçiminde olanlardı. Doğru, öyleler. Milletin yüreği pır pır derken içinde olduğumuz hali tasvir etmeye çalışıyorum aslında yalnızca. Ama bu tarihsel olarak Türkiye’de sanayiin birkaç büyük şehirden Anadolu’ya doğru yürümekte olduğu gerçeğini değiştirmiyor bana sorarsanız. İkinci tür tepki ise, “Demir yolu olsa daha iyi olmaz mıydı?” şeklindeydi. Olurdu tabii ama olmadığı için otoyol boyunca yürüyor tespitini yapıyorum zaten. Adı üstünde tespit. İyidir kötüdür demiyorum, böyle oldu diyorum. Ne kadar vakıa ile kavga olmaz desem de olgu ile kavga etmeyi seviyoruz bir nevi.
Bugün size iki grafik daha göstereyim. Grafikteki ülkeler Orta Avrupa ve Balkanlardan Orta Asya’ya, kuzeyde Rusya’dan, güneyde Suudi Arabistan hatta Tunus’a kadar eski Osmanlı coğrafyasını yansıtıyor. Bir nevi, Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında bir sanayi ülkesi olarak yerine bakıyoruz, bu grafiğe baktığımızda. İlk grafik 1996’dan ikincisi ise 2017’ye ait. 1996’dan 2017’ye bir sanayi ülkesi olarak Türkiye’nin kendi coğrafyamızdaki yerine bakıyoruz.
Peki, nasıl bakıyoruz? Yatay eksende ülkenin sanayi malları ihracatının toplam ihracatına oranı yer alıyor. Sanayi malları ihracatının toplam ihracat tutarı içindeki payı ne kadar yüksekse, o ülkeye sanayi ülkesi diye bakıyoruz. Nitekim Türkiye 1996 yılında baktığımızda bölgesinin sanayi ülkesidir. Bölgede Polonya ve İsrail de birer sanayi ülkesi olarak önemli duruyorlar. Dikey eksende ise, ilgili ülke bölgenin toplam sanayi ihracatının ne kadarını tek başına yapıyor, ona bakıyoruz.
Rusya bir sanayi ülkesi olarak sürekli gerilerken; Türkiye, Polonya ve Macaristan öne çıkıyor
Peki, 1996’dan 2017’ye Türkiye’de sanayi Anadolu’ya yayılırken, bölgemizdeki sanayi güç dengesi nasıl değişiyor? Ben iki grafik arasındaki farklara bakarken, üç temel tespit yapabiliyorum. Birincisi, 1996 yılında Rusya bölgenin toplam sanayi malları ihracatının dörtte birini tek başına gerçekleştirirken, 2017 yılında bir sanayi ülkesi olarak ağırlığı yüzde 15’in altına düşüyor. Zaten Rusya’nın toplam ihracatı içinde sanayi malları ihracatının oranı da yüzde 30’un altına geriliyor. Ne oluyor? 1996-2017 arasında Rusya, iyice petrol ihracatçısı bir ülke haline doğru geriliyor. Zaten olanca tarihi önemine karşın, Rusya deyince, İspanya büyüklüğünde bir ekonomiden bahsediyoruz bugün, onu da ifade edeyim. Doğrusu ben bu sürekli gerileme sürecinin Rusya’yı bölgemizde giderek daha tehlikeli bir komşu haline dönüştürdüğü kanaatindeyim. Merak eden Karadeniz’e doğru bir baksın, değişen güvenlik risklerini değerlendirsin derim.
İkincisi, 1996-2017 arasında Polonya, Macaristan ve hatta Romanya bölgemizin yükselen sanayi ülkeleri oluyorlar. Neden? Her üç ülke de bu dönem içinde Avrupa Birliği (AB) tarafından tam üyeliğe kabul ediliyorlar. Macaristan ve Polonya 2004 yılında, Romanya ise Bulgaristan’la birlikte 2007 yılında. AB tam üyeliğinin etkisi açıklıkla görülüyor grafiklere bakarsanız. Bulgaristan yapısal meseleleri nedeniyle daha geriden geliyor. Nedir? AB ile birlikte davranan zenginleşmektedir.
Üçüncüsü, Türkiye kendi bölgesinin beş sanayi ülkesinden biri olmaya devam ediyor. Türk sanayiinin Anadolu sathına yayılması ile Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında pekişen sanayi ülkesi konumunu birlikte değerlendirmek gerekiyor. 1996’da İsrail ve Türkiye ile kısmen Rusya’yı da hesaba katabiliriz. Ama 2017 yılında, Polonya, Türkiye, Macaristan, Romanya ve İsrail öne çıkıyor.
Şimdi ben bölgemizin sanayi coğrafyasına bakınca, AB’nin dönüştürücü etkisinin rakamlara yansımış olduğunu düşünüyorum doğrusu. Türkiye’nin kendisi de AB’nin dönüştürücü etkisi sonucunda bölgesinde güçlü bir sanayi ülkesine dönüştü. 1996 yılındaki Gümrük Birliği adımı, Türkiye’ye yaradı. Yapılan iktisadi çalışmalara bakarsanız tamamının Gümrük Birliği’nin pozitif etkisi üzerine olduğunu tespit edebilmek mümkün. Unutmayalım ihracatımızın yarıdan fazlası AB ülkelerine gidiyor.
Türkiye’nin Batı ile ekonomik ilişkisi serbest ticaret kurallarına göre işliyor. İran ve Rusya gibi doğudaki ülkelerle ilişkilerimiz ise Ankara ile Moskova ya da Ankara ile Tahran arasındaki siyasi ilişkilere göre biçimleniyor. Ankara ile Tel Aviv’in birbiri ile konuşmaması, Türkiye-İsrail ticaretini olumsuz etkileyemiyor. Ama Ankara ile Moskova’nın selamı kesmesi, Türkiye-Rusya ticaretini olumsuz etkiliyor. Neden? Doğu ile ticaretimiz serbest ticaret ilkelerine göre değil, ahbap çavuş ilkelerine göre olduğu için ve siyasi mülahazalar sürekli ekonomik mülahazaların önüne geçtiği için elbette. İyi midir? Değildir. Bölgede bir şey değişecekse, ilk talep etmemiz gereken serbest ticarettir, iktisadi aktörlerin serbestçe etkileşime girmesi önündeki engellerin kaldırılması olmalıdır.
Artık uzun menzilli füzemiz olduğuna göre şimdi uçak gemisi de almalı mıyız?
Sabah akşam maruz kaldığım S-400 tartışmaları nedeniyle, bir süredir “Madem uzun menzilli füze sahibi oluyoruz, şimdi acaba uçak gemisi edinmenin de tam zamanı mıdır?” diye soruyor ve konunun aklıma nereden düştüğünü çıkaramıyordum. Herhalde ortada dört başı mamur bir yerindelik tartışması göremediğim için olacak. Halbuki askeri harcamaların sivil kontrolü bahsinde önem taşıyan esasen bir yerindelik tartışmasıdır. Geçenlerde bu işin uzmanı bir dostum anlatıyordu: “Konu BMW mi yoksa Mercedes mi iyidir konusu değildir öncelikle. Sabahları evden işe, akşamları işten eve giden biri bir otomobile ne kadar yatırım yapmalıdır tartışmasıdır esasen. Mercedes’e ne gerek var. İnsan nereye park edeceğini bile şaşırır.” Yerindelik tartışması dediğim bu.
Sonra rahmetli Erbakan’dan nakledilen hatıra yerine oturunca, S-400 işinin neden bana uçak gemisini hatırlattığını anladım. 2018 yılının başında ESAM’da (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) yine Türkiye’nin küresel rekabet gücü, teknoloji transferi ve yeni teknolojilerin önemi konusunda konuşuyordum. Eski Osmanlı coğrafyasında Türkiye bahsi yine.
Konuşmamı bitirdikten sonra ESAM Başkanı Sayın Recai Kutan söz aldı. “Bu anlattıklarınız…” dedi, “…bana rahmetli hocamız ile ilgili bir anımı hatırlattı, nakletmek isterim.”
Sonra anlatmaya başladı: “Bütün arkadaşlar oturmuş konuşuyoruz, konumuz ’Türkiye bir uçak gemisi sahibi olmalı mıdır, olmamalı mıdır?’ sorusu.”. Yıllar öncesinden bahsediyoruz, not edeyim, “Uçak gemisine sahip olanların genellikle ülkelerinden uzakta korumak istedikleri bir şeyler var. Ama uçak gemisi bizim yakınımıza gelince bize tehdit oluyor. Buna ne yapmak lazım? Uçak gemisi mi almak gerekir? En sonunda, Erbakan hoca sözü alarak; ‘Önemli olan uçak gemisine sahip olmak değil, o uçak gemisi, füzelerini sizi hedefleyerek ateşlediğinde, o füzelerin kumandasını ele geçirip, füzeleri geldikleri gemiye doğru yöneltecek teknolojiye sahip olmaktır.’ diyerek tartışmaları özetledi.” “Şimdi”, dedi Sayın Kutan, “Benim sizin teknoloji transferi ve yeni teknolojilerde kapasite inşasından anladığım da budur. Marifet işin aslını öğrenmektedir.”.
Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü...
Benim yukarıdaki iki grafikte de dikkatimi çeken bir başka nokta ise, sol altta toplaşan ülkeler grubunun özellikleri oldu doğrusu. Rusya, Suudi Arabistan, Katar, Cezayir, Umman gibi petrol üreticisi ülkeler; ki bunlara Azerbaycan’ı da eklemek gerekir. Hepsinin sanayi altyapısı küçük ya da Rusya özelinde gerileme sürecinde ve bu nedenle ülkelerin sanayi ihracatının toplam ihracatları içindeki payı pek düşük. Bunların hepsi yeni teknolojilerle birlikte önem kazanan karbon bazlı olmayan büyüme sürecinin kaybedenleri olacaklar. Mevcut haliyle bu ülkelerin tamamı mevcut iş modellerini kaybedecekler.
Bölgemizde Türkiye’nin önüne fırsatlar açan ve karşılaştığımız riskleri yükselten temel faktör bu değişim süreci olacak. O nedenle tüm bu ülkelerde bir transformasyon programı var yenilerde tasarlanmış. Ama nasıl uygulanacağı belirsiz. Vaziyeti en iyi Ruslar biliyor. Türkiye için aynı Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ne başlarken betimlediği bir atmosfer olacak önümüzdeki yirmi-otuz yılda. “Zamanların en iyisiydi. Zamanların en kötüsüydü...” Hazırlıklı olmakta fayda var.
Bu köşe yazısı 16.07.2019 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
04/12/2024
Güven Sak, Dr.
03/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
02/12/2024
Burcu Aydın, Dr.
30/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
29/11/2024