TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Siyasal ve ideolojik tartışmalara kurban verdiğimiz kavramlarımızdan biri de “Câhiliyye” ve “Asabiyye” kavramlarıdır. Çok fazla ideolojik ve siyasal içerik yüklenerek gerçek anlamlarını kaybetmişlerdir. Özellikle Seyit Kutup ve Kutupçuluğun câhiliyye kavramını ahlaki bağlamından kopararak siyasallaştırması, ideoloji adına ahlakı unutmamıza ve modern toplumda her yol mübahmış gibi bir anlayışın kök salmasına yol açmıştır. Asabiyye kavramının ise milliyetçilikle karşılanması bir başka garabettir. Oysa her iki kavram da siyasal olmaktan daha çok ahlakidir.
"Cehl" Arapçada bilgisizlik anlamına gelmediği gibi "Câhiliyye" de modern toplum demek değildir; aksine Câhiliyye bir davranış biçimidir. İslam gelmeden önceki döneme verilen bir ad olması o dönemde ahlakı savunanlar olmadığı anlamına gelmez. Zira İslam gelmeden önceki toplumu Batı’nın Orta Çağ'ı ötekileştirdiği gibi karanlık bir çağ olarak anlamlandırmak her şeyden önce Hazreti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi Haniflere karşı büyük bir haksızlık olacaktır. İslam gelmeden önceki toplum Cahiliyye ise, Ficâr savaşları sonrasında ortaya çıkan anarşi ortamında, can ve mal güvenliğinin sağlanması için kurulan "Hılfu’l-Fudul" cemiyetini nereye koyacaksınız? Zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi için kurulan ve Muhammed aleyhisselamın da bir ara toplantılarına katıldığı bu cemiyet İslam gelmeden önce de toplumda ahlaki ilkeleri savunan insanlar olduğunu göstermez mi? Hayr olanda şer, şerr olanda hayr vardır ilkesi gereği İslam’da toptan bir anı veya zamanı şeytanlaştırmak yoktur.
"Cehele" fiili Arapçada “alâ” ile birlikte kullanıldığında zorbalık etmek, haksızlık yapmak anlamına gelir. Arap şairleri arasında da oldukça meşhur bir kullanıma sahiptir. Bu nedenle Ebul-Nasr Farabi El-Türki, “EI-Medinetü'l-Fazıla” adlı kitabında, zorbalığın hükümran olduğu site devletini “zorba site'” manasına gelen “el-medinetü’l-cahile” yani “cahil/zorba site” olarak adlandırmıştır.
Buna göre "Câhiliyye" insanların hakkı, adaleti, maruf olanı sırf kendi asabiyyeleri ve hırsları yüzünden terk etmeleri ve haksızlıkta diretmeleri anlamına gelir. "Ebu Cehil" hakkı, doğruyu bildiği hâlde sırf hırsı ve tarafgirliği yüzünden hakka gelmeyen adam demektir.
Câhiliyye kelimesinin siyasallaşması, İslam’ı ideolojik olarak; sosyalizm, kapitalizm gibi totalci bir sistem gibi okumayı getirdi. Bu da İslam’ı bir din olmaktan daha çok bir siyasal sisteme indirgedi. Ve sonuçta Câhiliyye İslam sistemi dışında kalan tüm beşerî sistemleri ifade eden bir ideolojik kavrama dönüştü. Bu ise İslam’ı insani değerlerin tükendiği, ahlaki içeriğin boşaldığı bir kalıba indirgedi. Oysa Câhiliyye kavramı total bir siyasal sistemi değil, insanın gündelik hayatındaki değerden soyutlandığı beşerî, fiziki “maddeperest” yönünü ifade ediyordu. Câhiliyye, ölümün ve ahiretin unutulduğu, değer ve ölçülerin olmadığı ahlaksız bir hayatın onur ve şöhret adı altında yüceltilmesi anlamına geliyordu. Cahiliyle, güçlü olana hukukun işlemediği, toplumun bazı gruplarının toplumun geri kalanından ayrıcalıklı olduğu bir düzen demekti...
Nitekim Kur’ân-ı kerimin Maide süresi ellinci ayeti “Yoksa Cahiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar” ile tam da bunu ifade etmektedir. Peki neydi Câhiliyye hükmü? İmam Mâtûridî’nin aktardığı şekliyle İbni Abbas’ın rivayet ettiğine göre bu âyet üstün görülen Nâdir kabilesinden biri aşağı tabakadan olan Kureyza kabilesinden birini öldürdüğünde kısas edilmemesinin istendiği için indirilmişti. Yani üstün bir kabilenden biri öldürüldüğünde katiline kısas uygulanırken aşağı tabakadan biri öldürüldüğünde kısas hükmü askıya alınıyordu. Ve Kur’ân bu eşitsizliği talep etmeyi Câhiliyye hükmü olarak adlandırmıştı.
Dolayısıyla Câhliyye hak, hukuk ve adalet karşısında zorbalığın egemen olduğu bir davranış biçimini ifade eder. İslam öncesi ve sonrasına şahit olan Câfer bin Ebî Tâlib’in Necaşi karsısında Câhiliyye tanımı oldukça önemlidir:
“Ey hükümdar! Biz Câhiliyye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık; güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi...” Anlaşılıyor ki Câhiliyye güçlü olanın her şartta haklı olduğunu savunan ve merhameti olmayan ahlaki bir düşüklüğü ifade ediyordu. Arap şairi Züheyr bin Sulma'nın şu sözlerinde olduğu gibi:
“Kim bölgesini silahıyla korumazsa, harab olur; Kim de zulmetmezse, zulme uğrar!..”
Asabiyye nedir?
Şimdi de anlam kaybına uğrattığımız "Asabiyye" kavramının anlamına kısaca bakalım... Sıklıkla ideolojik olarak “milliyetçilik” ile karşılanan ve böylece sahip olduğu anlamını yitiren “Asabiyye” kavramı da aslında Cahiliyye ile ilişkili bir kavramdır. "Kavm-i taassup" anlamına gelen asabiyet; zorbalık, zulüm, haksızlık, adaletten, sulh ve nizamdan yoksunluk, çapulculuk ve kan davası gibi davranışlar içeriyordu. Çünkü İslam gelmeden önce kabile, bireylerin toplumdaki statüleri açısından belirleyici konumundaydı. Mekke’de Kureyş büyük bir kabile idi. Kureyş’e mensup olmak ayrıcalıklı olma sonucunu doğuruyordu. Yesrib’de ise Evs ve Hazrec önde gelen kabileler idi ve mensuplarına ayrıcalıklar kazandırıyordu. Kabile bünyesinde hürler, kölelikten kurtulmuş olan mevlalar ile köle ve cariyeler bulunmaktaydı. Kabilenin esas üyesi olan hürler, kurallı olmasa da eşraf ve avam şeklinde tasnif edilebilir özelliklere sahipti. Şairler, kâhinler ve zenginler eşraftan kabul edilmekteydi.
“Asabiyyet”, Türkçeye “Kabile taassubu” şeklinde tercüme edilebilir. Asabiyet, Câhiliye döneminin önemli bir karakteridir. Her halükârda “kendi kabile mensubuna yardım etme” esası üzere kuruludur. Cahiliye şairlerinden Cendeb bin el-Anbâr et-Temimî’ye atfedilen şu söz bu duyguyu ifade eden en önemli vesikadır: Kardeşine ister zalim olsun, ister mazlum olsun yardım et. Bu yüzden Allah resulü bir hadisinde Asabiyyeti “kişinin zulümde kavminin yanında yer alması” olarak tanımlamıştır.
Risalet dönemi ile birlikte yasaklanan ve eleştirilen bu anlayış, Câhiliyye döneminde önemli bir boşluğu dolduruyordu. Zira asabiyyet duygusu, âdeta kanunlaşmış özelliği ile kabile mensuplarını her türlü tecavüze ve saldırıya karşı korumaktaydı. Câhiliyye dönemindeki kabilelerin hayat alanını oluşturan çölde, hayatı düzenleyen, herkesin boyun eğebileceği ve bireysel hak ve hukuku güvenceye alacak güçlü, merkezî bir yönetim yoktur. Bu yüzden de Câhiliyye döneminde güç ve kuvvet olmaksızın yaşamak mümkün değil gibidir. Gücü olmayan bir kabile ya da bireyin saygınlığı söz konusu olamamaktadır. Güç varsa ancak o zaman bireyler ve kabileler arası saygı mümkündür.
Hazreti Peygamber, kabile toplumunu bir inanç toplumu hâline getirmiş, Câhiliyye inanç ve hükümlerinin yerine ise ahlak ve adalet ilkesini ikame etmiştir. İlk Medine vesikasıyla birlikte Müslümanlar yazılı kurallara bağlı anlaşmaları toplumun ana ilkesi hâline getirmeyi başardılar. Daha sonra da İslam hukukunda ilk mezhep olan Hanefiliğin teşekkülüyle birlikte "kanun toplumu" inşa edilmiştir. Bu yüzden devletin ve yazılı kanunların olduğu toplumlarda bu koruma kabileden kanuna geçer.
Kabile toplumlarında haklı haksız davası bir nevi holiganik bir taraftarlık gibi algılanır. Ne olursa olsun hakkın hep kendi taraflarında olduğuna inanır insanlar. Takım tutar gibi hatalı, zalim, zorba da olsa kendi taraflarını asla değiştirmezler. Oysa haklıya kendi aleyhimize dahi olsa haklı demek taraftarlıktan çok daha fazla insani ve ahlaki meziyetleri gerektirir. İşte İslam’ın kazandırdığı en temel ilke budur...
İslam kabile toplumundan bir millet var etmiştir. “Mille” kelimesi bir dine inanan topluluk anlamına da gelir. Bu yüzden Kâmus-u Türkî yazarı Şemseddin Sâmi, "mille" maddesinin karşısına “İslam milletinden Türk ümmetindenim” diye yazmıştır. Millet olma hangi etnik yapıdan gelirse gelsin, hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun ortak bir vatanı paylaşan bireylerin tasada ve sevinçte, refahta ve yoksullukta adaletle birbirlerinin hak ve hukukunu gözetmesi için bir inanç ve iman topluluğu oluşturmaları anlamını ifade eder. Millet, kabilenin yüceltilmesi değil kabile olmanın ötesine geçme iradesidir.
Millet olmak için hukuk ve adaletin milleti oluşturan tüm bireylere eşit olarak dağıtılması gerekir. Millet kavramı sadece bir kan bağını değil aslında ortak siyasi bir bütünlüğü de ifade eder. Bu yüzden millet olmuş toplumlar Câhiliyye ve Asabiyye gibi hastalıkları geride bırakır. Manevi bir aile olarak kabul edilen milletin hangi ferdi kendisine karşı zulmedilmesine seyirci kalabilir ki? Eğer bir toplum adaleti ve hakkı yalnızca kendisi için talep ediyorsa o, "kabile" toplumundan "millet" olma bilincine geçememiş demektir...
İslam’ın gelmesi kabile toplumundan millete, Câhiliyyeden kanun toplumuna geçişi sağlamıştır. İslam’ın erken döneminde kanun yapmayı öğreten Hanefi fıkıh geleneğinin oluşumu boşuna değildir. Bu yüzden Müslüman toplum bir kanun ve ahlak toplumudur.
İslam bir kabile toplumundan bir millet var etmişti. Şimdi biz o milleti kabile toplumu hâline getirmek için elimizden geleni yapıyoruz!
Bu köşe yazısı 01.06.2019 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
28/12/2024
Fatih Özatay, Dr.
27/12/2024
Fatih Özatay, Dr.
25/12/2024
Güven Sak, Dr.
24/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
23/12/2024