TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Türkiye’de, iklim değişikliği tartışmalarının ne anlama geldiğini anlamakta hala zorluk çekiyoruz. Türkler, hem iklim değişikliği hakikatinin bizatihi kendisini hem de iklim değişikliği ile mücadelenin ne anlama geldiğini idrak edebilmiş gibi durmuyorlar. Gelin anlatayım.
Önce iklim değişikliği hakikatinden başlayayım. Geçen hafta, Pasifik Okyanusu’nda 5 ada sulara gömüldü. Son derece somut yani. Nedeni, yerküre üzerindeki beşeri faaliyet sonucu durdurulamayan küresel ısınma. Süleyman Adaları (Solomon Islands), Avustralya’nın kuzey doğusunda ve Papua Yeni Gine’nin tam sağında bulunan, yaklaşık 990 adadan oluşan bir devlet. Süleyman Adaları için bundan sonra yaklaşık 985 adadan oluşan demek gerekiyor. Geçen hafta, biz burada her zamanki gibi son derece önemli günlük meselelerimizle uğraşırken Süleyman Adaları’nın 5’i tamamen sular altında kaldı.
Burada, ada derken en büyüğü 48 dönüm büyüklüğünde kara parçasından bahsediyoruz. Batan adalarda yaşayan kimse yokmuş. Ayrıca yine geçen hafta, üzerinde insanların yaşadığı 6 ada da kısmen sulara gömülmüş. Avustralya’nın Queensland Üniversitesi, 1947’den beri bu bölgedeki 33 adanın nasıl suların hâkimiyetine geçmekte olduğunu izliyormuş. Yandaki resimler batan adaların zaman içinde nasıl küçüldüğünü de gösteriyor.
İklim değişikliği hadisesi, artık tartışmaya mahal olmayacak bir biçimde ortada. Etkilerini de öyle 100-150 yıl sonra filan görmeyeceğiz. Eğer yaptıklarımızı yaptığımız gibi yapmaya devam edip bir tedbir alamazsak ve hadiseyi bir an önce idrak edemezsek çok değil, 50-60 yıl sonra Süleyman Adaları’ndaki ada sayısı hızla azalırken mesela, Türkiye de çöl olacak. Şimdi havza planları nasıl olacak, tarımı ne yaparız diye sanki bir tarım politikası üzerine düşünüyormuş gibi yaptığımız Türkiye, ağırlıkla çöl olacak. Nedir? Türklerin Anadolu’ya gelişinin 1000’inci yılında, Anadolu çölleşecek. Yapılan çalışmalar öyle diyor. Ama bakın biz bu hakikati halen kavramış gibi durmuyoruz. Etrak-ı bi-idrak dedikleri bu mudur acaba?
Neden böyle diyorum?
Birincisi, geçen yıl Paris’te pek çok ülkenin mutlak azaltım hedefini sunduğu COP21 toplantısında Türkiye, 2030 yılına kadar karbon salımlarını, oldukça tartışmalı bir baz senaryoya göre, yüzde 21 azaltacağını söyledi. 2015 yılına göre yüzde 143 emisyon artışı öngören bu baz senaryo, 2030 yılına kadar Türkiye’nin yıllık ortalama büyüme oranının yüzde 5 ve üzerinde olacağı varsayımıyla uyumlu bir patika izliyor. Halbuki böyle bir şey olmayacak. Türkiye, bu gidişle yüzde 3-3,5 bandında yoluna devam edecek. Bu ne demek? Biz, Türkiye olarak iklim değişikliği ile mücadele bahsinde hiçbir şey yapmayacağız demek.Diğer yandan, dünyanın en büyük kömür üreticisi Çin’de, karbon salımı öngörülenden daha hızlı düşmeye başlamıştır. Bu durum, Çin’in alternatif enerji kaynaklarına yönelimi ve en önemlisi elektrik tasarrufu sağlayan dördüncü nesil sanayi üretimine geçmesiyle açıklanmaktadır.
İkincisi, geçtiğimiz haftalarda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan “Elektrik Piyasası Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına dair Kanun Tasarısı”, özelleştirilen eski ve yeni tüm termik santralleri 2020 yılına kadar çevre mevzuatı dışına çıkarıyor ve özellikle yerli kömürle çalışan termik santralleri, öncelikli alım garantisi yoluyla teşvik ediyor. Nedir? Türkiye, Türkiye 2071’de çöl olsun diye ek tedbirler alıyor. Akıllıca mı? Değil. Ama sanırım yerli kömürle çalışacak termik santrallere yabancı para cinsinden kredi veren bankaların bilançolarını korumak için yapılacak başka bir şey yok. Termik santral yatırımcıları ile o yatırımcıları desteklemiş olan bankaları kollamak gerekiyor. Bir nevi, “dün yediğiniz hurmalar bugün bir yerinizi tırmalar” vaziyeti.
Ben bu işi aynı mevcut siyasi krizimize benzetiyorum doğrusu. Dün üzerinde çok düşünmeden taktik bir adım atıyorsunuz, sonra o adım stratejik bir yanlışa dönüşüyor ama konuyu uzun vadeli hiç düşünmemiş olduğunuz için hatadan bir türlü dönemiyorsunuz. İkincil etkileri kontrol edeyim diye yeni bir taktik adım atıp stratejik olarak daha da batıyorsunuz. Zararı bir türlü sınırlandıramıyor, giderek büyütüyorsunuz. Türk tipi bir durum yani. Herhalde buna enerji siyaseti diyemezsiniz, değil mi?
Üçüncüsü, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda genel siyasetsizliğiyle ilgili en iyi örnek 10. Kalkınma Planı’nın yerli kömür öncelikli enerji politikası çerçevesinin hala korunuyor olmasıdır.10. Kalkınma Planı, Temmuz 2013’te Mecliste kabul edildi. Enerji politikasının özü, yerli kaynaklar ile yerli kömürle çalışan termik santrallere ağırlık vermek ve karbon salımlarını artırmak.
Sonra Mayıs 2014’te Soma Faciası oldu. Soma Faciası, kömüre hücum politikasının nasıl bir kapasite kısıtına yol açtığını gösteriyordu. Kazalar genellikle özel sektör tarafından işletilen, derine inen madenlerde oluyor. Neden? O zor işi devlet hep özel sektöre veriyor. Rakamlar öyle diyor. Mesela 2013 yılında, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin toplam kömür üretiminin üçte birini özel sektör yaparken, aynı kurumun kapalı ocak kömür üretiminin yüzde 98’ini özel sektör gerçekleştirdi. Peki, yerli kömüre dayalı enerji politikasında bir değişiklik oldu mu? Hayır.
Mayıs’taki kazadan 6 ay sonra Aralık 2014’te, Öncelikli Dönüşüm Programları açıklandı. Yerli kömüre dayalı termik santraller hala önceliğimiz olarak sunuldu bu programlarda. Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji Üretim Programı Eylem Planı, 2018’e kadar yerli kömürden üretilen elektriği %80 artırmayı hedefliyordu. Sonra Aralık 2015’te Türkiye karbon salımlarını yüzde 21 azaltacağını söyledi. Derken Nisan 2016’da Meclise elektrik kanunu tasarısı geldi. Genel olarak termik santraller ve özel olarak yerli kömürle çalışanları hala öncelikliydi. Ne diyeyim? Ben Türkiye’nin iklim değişikliği ve iş güvenliği meselesini çok takmadığını düşünüyorum doğrusu.
Hâlbuki Birleşmiş Milletler’in geçen yıl açıkladığı Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, hem çevre anlamında hem sosyal manada hem de iktisadi olarak sürdürülebilir olmayan işlerden uzaklaşmayı amaçlıyor. Ancak Türkiye, bunu da onaylamasına rağmen hala bu hedefler öncesinden kalan enerji politikası çerçevesini devam ettiriyor. Yerli kömür diyor, termik santral diyor, enerji diyor. Ben sürdürülebilirliğin üç manasında da bu politikanın yanlış olduğunu düşünüyorum.
Türkiye, büyüme ile karbon salımları arasındaki bağı kopartacak yeni sanayi devriminin ne getirdiğini hala idrak etmiş gibi durmuyor. Türkiye hala “dün”ün politikalarıyla “yarın”ı tasarlamaya çalışıyor, başaramıyor. Pasifik’te batan adalara, Anadolu’nun çölleşme tehlikesine rağmen vaziyet böyle. Dediğim bu işte.
Bu köşe yazısı 16.05.2016 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.