TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Her geçen gün Türkiye’nin hayalle hakikatin birbirine karıştığı bir ülke olduğuna dair kanaatim güçleniyor. Giderek artan bir sıklıkla cin olmadan adam çarpmaya çalıştığımızı düşünüyorum. Türk’ün Türk’e propagandasını yaparken işe yarayan replikleri şimdilerde yabancıların üzerinde deniyoruz. Ne oluyor? Komik oluyor doğrusu. Neden? Dünyanın nasıl işlediğini bilmediğimizi âleme ilan etmiş oluyoruz. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Gelin size bir örnek vereyim, siz de görün.
İnternette Türkçe “asansör araştırmaları” diye bir arama yaparsanız, yalnızca memlekette son günlerde yaygınlaşan asansör kazalarına dair haberleri buluyorsunuz. Aynı aramayı İngilizce “elevator research” diye yaparsanız, bir dizi şirketin asansör araştırmaları merkezlerinden haberdar oluyorsunuz. Alman ya da Japon olması fark etmiyor. Şirketlerin hepsinin web sitesi İngilizce ve de mutlaka bir asansör araştırmaları merkezi var. Ama biz bu kadar inşaat yapıyoruz, bakın bir asansör araştırması yapmıyoruz. Hâlbuki Türkiye inşaat sayesinde büyüyor. En çok para inşaattan kazanılıyor. Memlekette elini sallasan bir müteahhite çarpıyorsun, herkes inşaat yapıyor. Ama iş inşaatın tekniğine, tasarımına ve de malzemesine geldiğinde ortada derin bir sessizlik oluyor. Sahici değiliz bana sorarsanız. Gelin birlikte düşünelim.
Asansör araştırmaları merkezleri hakikaten asansör yapan şirketlerde oluyor. Buyurun, hemen bir sonuç çıkarayım. Türkiye’de öyle hakikaten asansör yapan bir şirket bulunmuyor. En azından ben bulamadım. Sektörün teknoloji önderi olmayınca, öyle asansör araştırmaları merkezi filan kurmanın da bir anlamı olmuyor. Ne oluyor? Türkiye’de yetişen mühendislerin hakikaten mühendislik yapmasını sağlayacak şirket portföyü bizde bulunmuyor. Bu ilk nokta.
Şimdilerde asansör teknolojisinde temel problem, eğer 1 mil yüksekliğinde bir bina olursa, bu binanın asansörü nasıl olur sorusu etrafında dönüyor. Daha ortada 1 mil yüksekliğinde bina yok. 1 mil, 1,6 kilometre demek. En son Cidde’de böyle bir bina yapacaklardı, bildiğim kadarıyla olmadı. Ortada daha bina olmadan çözüm arayışı devam ediyor. Hakiki mühendisler çalışıyor. Geçenlerde Monocle dergisinde ThyssenKrupp şirketinden biri, problemi pek güzel anlatıyordu. Bu habere göre, asansör teknolojisi, insanları içine koyduğunuz bir küçük kutunun halatla binanın tepesine doğru çekilmesine dayanıyor. Sağdan da saysanız böyle, soldan da. Küçük bir kutu ve onu halatla çeken bir motor. İşte 1,6 kilometre yüksekliğinde bir bina olursa, burada gereken halatlar o kadar ağır oluyormuş ki, halatla o küçük kutuyu yukarı çekme imkânı kalmıyormuş. Kutuyu hareket ettirmek için gereken enerji ihtiyacı artıyormuş. Şimdi kutunun halatla yukarı çekilmesi yerine, raylar üzerinde binaya kendi kendine tırmanmasına dayalı bir teknoloji üzerinde çalışılıyormuş. Asansörler artık dikine çalışan bir metro vagonu oluyor anlayacağınız. Neymiş? Bina yüksekliği arttıkça teknolojinin elden geçmesi gerekiyormuş. Ortaya çıkan mühendislik problemleri üzerinde birinin düşünmesi gerekiyormuş. Bu da ikinci nokta.
Geleyim üçüncü noktaya. Kentlerimizde bina yüksekliği giderek artıyor. Bina yüksekliğinin artması demek, teknolojinin değişmesi demek aslında. Hiç 7 katlı apartmanla 77 katlı apartman aynı teknoloji ile inşa edilebilir mi? Ben son dönemdeki kazalara baktığımda işte tam da bunu düşünüyorum. Binaların yüksekliği artıyor ama inşaat sektörümüzün teknolojik sıçraması için hiçbir şey yapmıyoruz. O vakit ne oluyor? Nasıl araba yapıyoruz derken, arabanın katma değerinin yüzde 5’ini bile biz burada ekleyemiyorsak, aynı durum inşaatta da geçerli oluyor. İnşaata bu kadar para harcıyoruz Ama malzeme sektörünü şahlandırmayı akıl edemiyoruz. İnşaat tasarımını beceremiyoruz.
Nedir burada hem üzücü hem de bir nevi komik olan? İstemeden kendimizi komik duruma sokmamıza neden olan? Şudur: İstanbul’a üçüncü köprü yapıyoruz. Teknoloji ve tasarım Japonya’dan geliyor. Bizim anlı şanlı inşaat şirketleri işin ancak taşeronluğunu yapabiliyor. İstanbul’un üçüncü köprüsü de, aynı ilk ikisi gibi Türk mühendislerince tasarlanıp Türk malzemesi ile inşa edilemiyor. İlk köprü 1970’lerde yapılmıştı. Açılışı 1973 yılındaydı. O zamandan buraya Türkiye’nin kişi başına milli geliri arttı. O vakit kişi başına gelir 1000 doların altındaydı. Şimdi kişi başına gelirimiz 10 bin doların üzerine çıktı. Türkiye ekonomisi küresel ekonominin işleyen bir parçası oldu. Ekonomimiz daha karmaşık artık. Ama hala kendi inşaatımızı kendi malzememiz ve kendi tasarımımızla yapmayı beceremiyoruz. Hakikat işte bu. “Aslı yok yaylasında binlerce koyunum var” hayalinde ise Boğaz’a üçüncü köprü yapıyoruz. Ne ala memleket! Trajikomik olmak herhalde böyle bir şey.
Türkiye nasıl elektronik sektörünün geleceği üzerine düşünmüyor, makine sektörünü ihmal ediyorsa, inşaat sektörünün neye dönüşebileceği üzerine de bir yol haritası ortaya koyamıyor. Tercihi olmayan tarihin içinde sürüklenir. Nitekim epeydir bize de öyle oluyor. Ama biz o sürüklenmeyi durdurmak, kaderimizi elimize almak yerine, o sürüklenme halini eğip büküp bir nevi liderlik gösterisi gibi takdim etmekle vakit israf ediyoruz. Martavaldan meseleye gelemiyoruz. Kötü yani. İnsanın morali yok yere bozuluyor.
Anlayacağınız hayatımız palavra!
Bu köşe yazısı 10.03.2015 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024