TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Aile şirketi deyince aklınıza ne gelir? Benim aklıma hemen yıllar önce duyduğum o anekdot geliyor. Anadolu’da başarılı bir yerel perakende zinciri, yörede beşinci ya da altıncı marketini açıyor. Açılışa gelenler, şirketin sahibi konumundaki aile büyüğüne daha ne kadar büyüyeceğini soruyorlar. “Bu kadar” diyor ve ekliyor, “Oğlanlar da, damatlar da birer kasada oturuyor. Artık bizden kasada duracak kimse yok. Biz bundan sonra daha fazla büyüyemeyiz.” İşte aile şirketi deyince benim aklımda böyle bir kurgu vardı doğrusu. Ama geçenlerde aile şirketleri ile ilgili olarak yapılan bir çalışmaya bakınca şaşırdım. Meğer benim kafamdaki aile şirketi fikri Finlandiya ve Hollanda’ya ait bir imgeymiş, bizim buralar için geçerli değilmiş. Türkiye’de aile şirketleri başka ülkelerle kıyaslayınca pek kocaman oluyormuş. İşte bakın bu iyi değil. Hem aile şirketi hem de iri olmak, bana sorarsanız hiç de iyi değildir. Özellikle de bu hiçbir şeyin alıştığımız gibi olmadığı, bilginin değerinin her geçen gün arttığı çağda. Anlatmak isterim.
Önce rakamlardan başlayayım. Bakmışlar, Finlandiya’da aile şirketlerinin yüzde 98’inin 50’den az çalışanı varmış. Hollanda’da aynı oran yüzde 76 imiş. Neymiş? Oralarda aile şirketlerinin kahir ekseriyeti, benim aklımdaki aile şirketi imgesi gibi küçük şirketlerden oluşuyormuş. Ama Türkiye’de aile şirketlerinin yalnızca yüzde 29’u 49’dan az çalışana sahipmiş. Aynı oran Polonya için yüzde 35’miş. Polonya ve Türkiye’de aile şirketlerinin yarısından çoğu 50 ile 499 arasında çalışana sahipmiş. Oysa aynı oran Finlandiya’da yalnızca yüzde 2, dikkatinizi çekerim. Bir tek Türkiye’de 500’den fazla çalışana sahip olan aile şirketleri toplamın yüzde 16’sına ulaşıyor.
Türkiye’nin ve dahi Polonya’nın farkı nedir diye bakarsanız, tek bir rakam söylerim. Bizim burada, “Çoğu insan güvenilirdir ifadesini doğru buluyor musunuz?” diye sorulduğunda, vatandaşlarımızın yüzde 5’i bile “evet” demiyor. Polonya’da da “evet”çilerin oranı yüzde 19’da tıkanıp kalıyor. Ancak Finlandiya ve Hollanda’da “evet”çilerin oranı sırasıyla yüzde 59 ve yüzde 49 oluyor. İnsanlar birbirine güvendikçe şirketlerde kurumsallaşma oranı artıyor. İnsanlar kendilerinden başkasına güvenmedikçe kurumsallaşma azalıyor. Bu çağda kurumsallaşmanın olmadığı yerde fırsat yakalanmaz.
Neden? Aslında iş yapabilmek için kimsenin birbirine güvenmesi filan gerekmiyor. Ben şimdi ne diye iş yaptığım adama güveneyim? Benim, normal şartlar altında, aslında sisteme güveniyor olmam gerekiyor. Dolayısıyla, mesela, mahkemeler iyi çalışıyorsa, adaletten yana bir endişe yoksa insanlar birbirine güvenmese bile, aile şirketlerinin bu kadar iri olması aslında gerekmez. Ama Türkiye’de oluyor. Aile şirketleri başka ülkelere göre daha kocaman oluyor. Neden? Ben bir süredir bunu düşünüyorum. Hadi ben yanılıyorum diyelim ama ortada veriler var. Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Rekabet Gücü Endeksine bakın mesela. Adalet sisteminin etkinliği açısından 2006 yılında 56’ıncı sıradaymışız. 2012 yılında 83’üncü sıraya, yeni açıklanan 2014 rakamlarına göre de 101’inci sıraya gerilemişiz. Ne olmuş? Türkiye, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, dünyanın 17’inci büyük ekonomisi olmuş. Adalet sistemimiz bu arada dünya sıralamasında yaklaşık 50 sıra aşağıya düşmüş. Şimdi bu bir nevi, “Urfa’da Oxford Üniversitesi vardı da, biz mi gitmemezlik ettik” gibi bir durum değil midir?
Kendimizden başkasına bu kadar güvensizlik duymanın arkasında, memleketin hukuk sisteminin işlemiyor olmasının hiç mi payı yoktur? Ben Finlandiya ve Hollanda’da olup, Polonya’da az, Türkiye’de ise hiç olmayan bu “güven” hadisesinin aslında doğrudan sisteme duyulan güvenle alakalı olduğunu düşünüyorum. Türklerde belirgin bir bozukluk yok, Türkiye’nin sisteminde bir bozukluk var. Yani millette değil, devlette bir bozukluk var bana sorarsanız.
Peki, aile şirketlerinin böyle irileşmesi neden iyi değildir? Aile şirketleri esasen kötü değildir. Sermaye biriktirmek oradan başlayabilir ama şirket büyüdükçe yönetim kalitesi ister, dünyada neler olup bittiğini yakından takip edecek eleman ister, yeni pazarlara açılmak, yeni ürünler geliştirmek ister. Şirketler böyle serpilir. Aile şirketleri ise, tanım gereği, daha sınırlı bir imkânlar setine sahiptir. Bir üst aşamaya geçmekte hep zorlanırlar, bakış açısı çoğu zaman aile büyüğünün görüş alanı ile sınırlı olmak zorundadır. İktisattan dış politikaya daha önce görmediğimiz hızda değişimlerin yaşandığı bir çağda, yalnızca tek bir kişinin görüş alanı ne kadar yeterli olabilir ki?
Şimdi bana, “Fortune listesinde neden bu kadar az küresel Türk şirketi var?” diye sorsalar, işte bundan derim. Kimsenin kimseye güvenmediği yerden, milletin birbirine güvenmesini temin edecek sistemi kuramamış memleketten küresel ortamda rahat hareket edebilecek kurumsal şirket çıkmaz. Nokta. Yalnızca bununla da kalmaz. İnovasyon olmaz, Ar-Ge filan yapılmaz. Türkiye’nin mühendisleri, mühendislik mektebinde öğrendiklerini hayata aktaramazlar. Türkiye’nin mühendisleri başka ülkelerin mühendislerinin tasarladıkları aletleri pazarlarlar. Türkiye’nin iktisatçıları da devlete nasıl kapağı atarız diye KPSS sırasına girerler.
Neymiş? Adalet olmazsa memlekette aile şirketleri dönüşemez, irileşirmiş. Fırsatlar kaçarmış. Memlekette adalet olmazsa olmazmış.
Bu köşe yazısı 09.10.2014 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024