Arşiv

  • Haziran 2024 (14)
  • Mayıs 2024 (16)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)

    Canlı iç talep, KOBİ’lerin uluslararasılaşmasını engelliyor.

    Güven Sak, Dr.03 Temmuz 2014 - Okunma Sayısı: 3547

    Dünya Bankası geçenlerde dış ticaret ile ilgili güzel bir rapor yayımladı. Adı “Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü”. Okumadıysanız edinip şöyle bir bakın derim. 2000’li yılların başında Türkiye’nin dünya ticareti içindeki payı binde 5 mertebesindeydi. 2012 itibariyle bu oran binde 8'lere doğru ilerledi. Bu ne demek? Türkiye’nin dünya ticareti içindeki payı son on yılda artmış demek. Yani şirketlerimizin rekabet gücü artmış ve dünya ticareti içindeki payımız yükselmiş. Bu da fena değil elbette. 1980’lerde başlayan ihracat hamlemiz bir sonuç vermiş gibi görünüyor. Ama rakamlara daha dikkatli baktıkça ortaya problemli bir resim çıkıyor. Türkiye, özellikle son on yıldır, memleketin ihracat kapasitesini bir üst aşamaya sıçratacak yapısal tedbirleri almamış gibi duruyor. İhracatımız mevcut haliyle bir kapasite kısıtına takılmış gibi duruyor. Bu üretim kapasitesi, bu eğitim sistemi, bu hukuk sistemi, bu kurumsal altyapı, bu makro yönetim anlayışı ile daha iyi bir performans sergilemek imkânsız görünüyor. Türkiye’nin 500 milyar dolarlık ihracat hayalinin gerçek olabilmesi mevcut şartlar dâhilinde mümkün değil gibi duruyor. On yılda beş milli eğitim bakanı ile boş yere zaman harcayınca, yeni bir ihracat hamlesi için gereken enerji biriktirilemiyor. Türkiye, kapasite kısıtına takılıyor. Canlı iç talep, KOBİ’lerin uluslararasılaşmasını engelliyor.

    Önce bu kapasite kısıtı ile ne anlatmak istediğimi bir örnekle açıklayayım. Türkiye’nin dünya ticaretindeki payı binde 5’ten binde 8’e nasıl gelebildi? Şirketlerimiz daha rekabetçi biçimde çalıştığı ve üretkenlikleri arttığı için gelebildi. Geldiğimiz noktada, şirketlerimizin dünkü yüksek rekabet güçlerini bu eğitim sisteminin çıktıları, bu hukuk sisteminin operasyonel problemleri, bu bürokrasi ve bu makro yönetim anlayışı ile sürdürebilmeleri mümkün görünmüyor. O vakit ne oluyor? Türkiye’nin 500 milyarlık ihracat hedefi, ulaşılabilir bir hedefken, gerçek olamayıp, hayal olarak kalıyor. Onun için “on yılda beş milli eğitim bakanı ile boş yere zaman harcayınca yeni bir ihracat hamlesi için gereken enerji biriktirilemiyor” diyorum.

    Kapasite kısıtlarının olduğu bir ekonomide, artan iç tüketim talebi, üretimi arttırmak yerine cari işlemler açığı ile enflasyonu artırıyor. Aynı şekilde, kapasite kısıtlarının olduğu bir ekonomide, artan iç talep memleketin ihracat performansını da örseliyor. Şirketlerimiz artan tüketim talebi ile genişleyen bir iç pazar varken, kendilerini daha rekabetçi olmak için çaba harcamak zorunda hissetmiyorlar. Zaten bunun yapısal temel gerekleri de sistemin içinde bulunmuyor. İsteseler de olmaları zor duruyor. Daha rekabetçi olamadıklarında ise ne yurt dışında satabilecekleri ürünlerin ne de girebilecekleri pazarların sayısını artıramıyorlar. Şirket bir nevi, kendisini ihraç edilebilir bir fazla üretebilir halde bulamıyor. İç pazarda zaten ne satsa, kaçtan satsa gidiyor. Tam da bu nedenle, o kadar yatırım yaptığımız halde, memleketin üretim kapasitesini sağlıklı bir biçimde büyütemediğimizi düşünüyorum.

    Dünya Bankası raporu bu mesele ile ilgili iki önemli tespiti gündeme taşıyor. Bunları bugün dikkatinize sunmak isterim. Birincisi, Türkiye’nin ihracatı ya yeni firmalar ihracat yapmaya başlayınca ya yeni ürünler piyasaya sürüldükçe ya da yeni pazarlara girildikçe daha hızlı bir biçimde artabilir. Hâlbuki memleket bu tür yenilikleri yapmakta çok da başarılı görünmüyor. 2002-2011 dönemine bakarsanız, ihracatımız 36 milyar dolardan 150 milyar dolara doğru yükseliyor. Ancak bu dönemde, ihracattaki artışın yüzde 65’ini zaten ihracat yapmakta olan firmalar, hâlihazırda ihracat yaptıkları pazarlara, sürekli aynı malları satarak gerçekleştirmiş görünüyorlar. Ne oluyor? Türkiye’nin ihracat performansında bir dinamizm eksikliği gözlemleniyor. Yaklaşık on yıllık dönemde daha fazla yeni firma ihracat yapmaya başlasa, daha fazla yeni ürün çıksa, daha fazla yeni pazara açılmak mümkün olsa, ihracattaki büyümenin daha iyi olması mümkün. Ama olmuyor. Türkiye’de ihracat yapan firma sayısı hızla artmıyor. Düzelteyim, Türkiye’de ihracat yapabilen, rekabet gücü yüksek firma sayısı yavaş artıyor. Bu durum ihracat hamlesini yavaşlatıyor. Neden? Kapasite kısıtları nedeniyle elbette.

    gs03071.520px

    Kaynak: Dünya Bankası, Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü

    Raporun ikinci tespiti ise ihracat yapan firmaların büyüklüğüne bakıldığında ortaya çıkıyor. Türkiye’de orta büyüklükteki firmalar ihracat yapamıyor. Şöyle diyeyim, Türkiye’de orta büyüklükteki firmalar ihracat yapabilecek rekabet avantajına sahip görünmüyorlar. 20’den az çalışanı olan küçük firmaların ihracatı yıllık yüzde 35 oranında artıyor. Büyük firmaların ihracatı yaklaşık yıllık yüzde 30 büyüyor. Orta büyüklükteki firmaların ihracatı ise yıllık yüzde 8,5 oranında büyüyor. Orta, burada 20 ila 50 çalışanı olan firma anlamına geliyor. Yine Dünya Bankası çalışmasına göre, orta büyüklükteki firmalar verimsiz duruyor. Yani küçükken verimli, büyüyünce iyi ama arada kaldıklarında verimsiz oluyorlar. Rakamlar böyle söylüyor.

    gs03072.520px

    Kaynak: Dünya Bankası, Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü

    Peki, neden? Neden ihracat yapan daha fazla yeni firma çıkmıyor? Neden yeni ürünler ortalığı sarmıyor? Neden orta büyüklükteki firmalarda bir rekabet gücü eksikliği gözlemleniyor? Peki, o rekabet gücü olmayan orta büyüklükteki firmalar neden hemen batmıyor? Burada birinci olarak akla gelmesi gereken husus elbette bürokratik engeller olabilir. Gerçekten de Türkiye’de orta büyüklükteki bir firmanın yöneticisinin zamanının üçte birini bürokratik işlere ayırması gerekiyor. Alınması gereken izinleri toparlamak zaman alıyor. Başka ülkelerin KOBİ yöneticileri ile kıyaslandığında, bizim KOBİ yöneticilerinin bir kamu dairesinde üç kat daha fazla zaman harcamaları gerekiyor. Önce bunun bir anlayalım. Türkiye’de devlet bütün ağırlığıyla şirketleri baskılıyor. Başka ülkelerle kıyaslandığında, bizim firmalar ağır bir vesayet rejimi altında yaşıyorlar. Büyükler bu tür maliyetleri, faaliyet hacimleri içinde daha iyi eritirken, şirket küçüldükçe devletin şirket üzerindeki yükü görünür hale geliyor. Türkiye’nin bu devlet tahakkümüne bir son vermesi gerekiyor.

    Peki, ama neden esasen en küçükler değil de, orta büyüklükteki firmalar daha verimsiz görünüyor? Öyle ya, küçük büyük herkes aynı vesayet rejimi altında inim inim inletiliyor. Devlet herkese aynı ceberutluğu yapıyor. Burada sanırım şirketin yönetim becerisini de tartışmaya dâhil etmekte fayda var. 10 kişiyi etkin biçimde yönetmekle 50 kişiyi etkin biçimde yönetmek aynı şey değil, bu ayrı bir organizasyon becerisi gerektiriyor. Yönetimde profesyonelleşme istiyor. Türkiye, şirketler kesimi söz konusu olduğunda galiba bu aradaki geçişi başarılı bir biçimde yapamıyor. Bu nedenle, bu geçişi zamanında yapan büyükler daha verimli oluyor. Küçükler, küçük oldukları için daha efektif bir biçimde yönetilebiliyorlar. Ancak küçükten büyüğe kurumsal geçişte ortada bir zorluk bulunuyor olabilir. Bakın bunun da literatürde bir karşılığı var. Onun için 30 kişiden fazlasını istihdam etmemeye çalışan firmalar var. Not edeyim.

    Peki, böyle bir orta büyüklükte firma verimsizliği problemi karşılaştırılabilir diğer ülkelerde bu kadar görünür değilken, bizde neden bu kadar ortada? Neden bizimkiler iyi yönetilmemeye devam ediyor? Neden bizim sistemimiz bu firmaları piyasa testi ile hemen adam etmiyor? İşte burada iç talebin manasız bir hızla büyümesi hadisesine gelmek isterim. İç talep güçlüyse, şirketler, sistemin içinde kendilerini hizaya sokacak yeterli müşevviği göremiyorlar. Bir nevi “ne satsan, kaçtan satsan gidiyor” hali varsa, firma kendisine çekidüzen vermeden hızlı ve hazırlıksız bir biçimde büyüyor. Verimliliği fazla düşünmüyor. Kendi kapasite kısıtlarını fazla dikkate almıyor.

    Hükümet memleketin kapasite kısıtlarını çözemiyor, iç talebi pompalayıp ayıpları saklıyor. Memleketin ayıplarını saklayan o ortam, firmaların kendi kapasite kısıtlarını da gizlemelerine yardım ediyor. Ama sonunda ne oluyor? Rekabet gücü düşüyor. Ülkenin ihracatı dinamizmini kaybediyor. 500 milyarlık ihracat hedefi, kötü yönetim nedeniyle, yakalanabilirken hayal oluyor. Baştaki kapasite kısıtları ileri teknolojili, katma değeri yüksek yatırımlara doğru gitmeyi de engelliyor. Memleket bir kısır döngüye giriyor.

    Başta da dediğim gibi,  ben Dünya Bankası’nın bu raporunu son derece fikir açıcı buldum. Size de öneririm.

     

    Bu köşe yazısı 03.07.2014 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır