TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Eğer bir değişiklik olmazsa, 2023 yılının Haziran ayında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sandığa gidecek. Aslında bir değil, iki sandık söz konusu; vatandaşlar hem Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) üyelerini, hem de Cumhurbaşkanını seçecek. Son günlerde bir üçüncü sandık hakkında da konuşuluyor; “referandum” ya da Türkçe söyleyişi ile “halkoylaması” sandığı.
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun başörtüsünü yasal güvenceye kavuşturma teklifi karşısında, Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın stratejik bir hamleyle, konuyu yasal değil, anayasal düzeyde ele alma girişimi bu tartışmaların başlangıcı oldu. Kuşkusuz başörtüsü güvencesinin referandum yoluyla anayasaya girmesi esas olarak bir anayasa hukuku sorunudur. Meseleyi bu çerçevede ele aldığımızda temel hak ve özgürlüklerin referandum konusu yapılamayacağına dair argüman öne çıkmaktadır. Kamu hukukunda genel olarak kabul gören bu argümanın altında şu düşüncelerin yattığı söylenebilir: Çoğunluğun vereceği karar günümüzde “insan onuru” temelinde tanımlanan evrensel anayasal ilkelere her ne zaman uygun olmayabilir. Ayrıca, çoğunluğun azınlığın özgürlükleri hakkında karar vermesi, azınlığın özgürlük alanını demokratik bir toplum düzeniyle bağdaşmayacak biçimde kırılganlaştırabilir. Daha da önemlisi, referandum öyle bir müessesedir ki, özellikle iletişim araçlarının kitleler üzerinde bu kadar etkili olduğu bir dönemde, bu araçları kontrol eden güçlerin halkı kolaylıkla yönlendirebilmeleri ve istedikleri sonuca ulaşabilmeleri her zaman mümkündür.
Anayasa hukuku ekseninde yapılan bu analiz derinleştirilebilir ancak sosyo-politik alanda çeşitli yansımaları olan bu konuya farklı açılardan da yaklaşmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda, özellikle siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi gözlükleriyle yapılacak kısa bir analiz ufuk açıcı olabilir:
Birincisi, anayasa değişikliğinin öncelikle TBMM’de görüşülmesi ve oylanması gerekir. Referandum seçeneği TBMM’den çıkacak sonuca göre şekillenir. Anayasa değişikliğini tartışıp olgunlaştıracak olan TBMM, henüz bir seçim kararı almamış olmakla birlikte, işlemekte olan takvime göre sekiz ay sonra yenilenecek bir meclistir. Seçimle işbaşına gelen kamusal aktörlerin, yeni seçimler öncesinde hayati konularda düzenleme yapması beklenmez. Kuşkusuz seçime, hatta seçimden sonra yeni aktörler göreve başlayıncaya kadar, bu aktörlerin yetkilerinde bir eksilme veya azalma olmaz ancak bu “kâğıt üzerindeki” durumdur. Siyasal gerçekliğe baktığımızda, bu kadroların meşruiyetlerini tazelemek, yani halktan bir kez daha yetki almak üzere seçimlere giden, deyim yerindeyse, “yıpranmış” kadrolar olduğu söylenebilir. Bir başka ifadeyle, seçimlerden yeni çıkmış bir meclisle, seçimlere gitmekte olan bir meclisin kamuoyunda sahip olduğu destek ve itibar aynı değildir. Kendisinden sonraki meclisi ve siyasal iktidarı bağlayacak olan anayasa değişikliği gibi esaslı bir meselenin meşruiyeti tazelenmiş ve tescillenmiş yeni meclise bırakılması siyasal gelenekler ve siyasal etik açısından daha yerinde olur.
İkincisi, seçimlere kısa bir süre kala anayasa değişikliğine giden bir siyasal iktidar, iktidar olanaklarını da kullanarak, kendisi için faydalı olacak değişiklikleri gündeme getirebilir. Bu değişiklikler siyasal iktidara hukuki anlamda avantaj sağlayabileceği gibi, özellikle propaganda aşamasında psikolojik bir üstünlük kazanmasına da hizmet edebilir. Bu durumun adil ve serbest olması gereken seçimlerde siyasal yarışı muhalefet aleyhine etkileyeceği açıktır.
Üçüncüsü seçimlerle referandumun birlikte yapılması seçmen iradesinin bulanıklaşmasına sebep olabilir. Şöyleki; referanduma konu olan düzenleme hakkında belli bir kanaat ve tercihe sahip olan bir seçmen, bu referandum teklifinin arkasındaki siyasal parti hakkında farklı bir kanaat ve tercihe sahip olsa bile, referandum konusunu doğru ve yerinde bulduğu için bu siyasal partiye oy verebilir. Tersi de mümkündür; X partisine oy veren bir seçmen sırf kendi partisi referandum konusunu desteklediği için referandum sandığına “evet” yazan pusulayı atabilir. Her iki durumda da, hem referandum hem seçimler açısından sandığa yansıyan irade, farklı sandıklara ait olması gereken kamusal tercihleri sağlıklı olarak yansıtmayabilir. Bu “irade karmaşası”nın bir örneği 1982 Anayasası’nın kabul sürecinde yaşanmıştır. Anayasanın kabulüne dair referandumun Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birleştirildiği bu süreçte, birçok yazara göre, Kenan Evren’in 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrasında sahip olduğu popülarite, sadece Cumhurbaşkanı seçilmesini değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı seçiminin bağlandığı referandumda anayasanın % 90’nın üzerinde bir oyla kabul edilmesini sağlamıştır.
Sonuç olarak, yaşanan gelişmeler bize, anayasa değişikliği meselesinin güncel siyasal fayda-zarar analizinin ötesinde ele alınması gerektiğini bir kez daha hatırlatmaktadır. Seçime endeksli stratejik bir yaklaşımla anayasayı tartışmanın Türkiye’nin kadim “anayasa sorunu”nun çözümüne katkıda bulunacağı şüphelidir.
Fatih Özatay, Dr.
25/12/2024
Güven Sak, Dr.
24/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
23/12/2024
Selin Arslanhan
23/12/2024
Burcu Aydın, Dr.
21/12/2024