TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Yakın bir zamanda Adalet Bakanlığı’nın internet sitesinde bir ilan yayımlandı: Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ile birlikte yürütülen, “Türkiye’de Yargı Etiğinin Güçlendirilmesi Projesi” kapsamında eğitici olmak üzere başvuruda bulunmak isteyen hakim ve savcılara yönelik bir çağrıydı bu. İlanı okuduktan sonra (bir kez daha) şunu düşündüm: AB, Türkiye için ekonomik ve siyasal açıdan önemlidir ama Türk hukuk sistemi açısından çok daha önemlidir. Nedenini açıklamaya çalışayım:
1982 Anayasası bir askeri müdahale sonrası yapılmış, “otorite-özgürlük” dengesinde otoriteye ağırlık veren bir anayasadır. Bu Anayasayı tamamlayan ve birçoğu askeri müdahale sonrası ara rejim döneminde yapılan mevzuat da aynı otoriter zihniyetin izlerini taşır. Siyaset normalleşmeye başladıkça, hem içeride, hem dışarıda Türkiye’de demokrasinin kalitesini düşüren bu kurum ve kurallar (zaman zaman oldukça sert bir biçimde) eleştirmiş ancak uzun yıllar bu düzenlemeler değiştirilmemiştir. Bu bağlamda, dönemin TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un çabalarıyla ilerleyen ve TBMM’de bulunan tüm siyasal partilerin katkıda bulunduğu süreci ve bu sürecin meyvesi olan 1995 anayasa değişikliklerini bir istisna olarak anmamız gerekir.
1995 değişiklikleri önemli ancak Türk anayasal ve hukuki sisteminin otoriter karakterini ortadan kaldırmak için yeterli değildi; daha yapılması gerekenler vardı. Türkiye'de 1982 Anayasası'nın ve ilgili mevzuatın demokratik standartlara uygun olarak revizyonu, esas olarak 1999 AB Helsinki Zirvesi’nden sonra, Türkiye’nin “aday ülke” olarak kabul edilmesinden sonra ivme kazanmıştır. Bu bağlamda AB üyeliği gerçekten itici bir güç olmuştur. Bu süreçte TBMM uzun yıllar değiştiremediği anayasa hükümlerini değiştirmiş ve ilgili mevzuatı esaslı bir şekilde gözden geçirmiştir. Özellikle AB uyum sürecinde hazırlanan “uyum paketleri” Türk hukuk sistemini uluslararası insan hakları standartlarına yaklaştırmıştır. Bugün geriye dönüp bakıldığında, o dönemde hukuki ve anayasal anlamda edinilen kazanımların gelecek kuşaklar için ne kadar önemli olduğunu kolaylıkla görülebilir.
Günümüzde insan hakları artık ulusal bir sorun olarak görülmemektedir. Bireyin temel hak ve özgürlüklerinin etkili bir biçimde korunması, ulusal hukuk sistemlerini aşan, uluslararası, hatta uluslar üstü bir sorundur. Bu çerçevede, demokratik olduğunu iddia eden devletlerin uyması gereken hukuki ve anayasal standartlar devletlerin bir araya geldikleri ortak hukuki mekanlarda geliştirilmekte ve bu oluşuma katılan tüm devletler için yeknesak ve etkili bir biçimde uygulanmaktadır. Dünyada insan hakları açısından bu tür standartları belirleyen ve bunlara uyulup uyulmadığına denetleyen en önemli uluslararası örgütlenmelerden biri de AB ve Avrupa Konseyi’dir. AB ile ilişkilerimizi sınırlamak ya da kesmek, her şeyden önce, Türkiye'nin uluslararası insan hakları hukuku ile doğrudan kurduğu bağın zedelenmesi anlamına gelir. Oysa ki; halihazırda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne dayanan insan hakları koruma mekanizmaları en az iç hukukta mevcut olan mekanizmalar kadar etkili ve faydalıdır. AB ile ilişkilerin kötüye gitmesi durumunda artık hukukumuzun bir parçası haline gelen bu mekanizmalar da zarar görecektir.
Belki daha da önemlisi; Türkiye insan hakları sorununu henüz tam olarak çözmüş bir ülke değildir. Bu konuda önemli mesafe katetilmiş olmasına rağmen daha yapılacak önemli işler olduğu bir gerçektir. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de AB’nin bu konuda yapılacak düzenlemeler için itici bir güç, bir motor olması mümkündür. Hukuk alanında AB’ye uyum sürecinde yakalanan ivmenin devam ettirilmesi Türkiye'nin ve gelecek kuşakların yararınadır.
Sonuç olarak, Adalet Bakanlığı’nın ilanında sözü geçen işbirliği büyük resmin küçük bir parçasıdır. Türkiye'nin demokratik kurum ve kurallar bağlamında AB motivasyonuyla geçmişte elde ettiği kazanımları muhafaza etmesi ve bunlara yenilerini eklemesi, AB ortak kamu hukuku alanı içerisinde kalması ve bunun gereklerini yerine getirmesine bağlıdır. Bu noktada da karşımıza ilk olarak kuşkusuz “Hukuk Devleti” ilkesi çıkmaktadır. Ekonomik açıdan, “hukuki istikrar” ve “hukuki güvenilirlik” Türkiye’de halen mevcut olan yatırımların muhafazası ve ileride yapılacak olanlara kapı açılması için yabancı yatırımcılar tarafından bir “ön koşul” olarak görülmektedir. Siyasal açıdan ise, Türkiye’nin demokratik ülkeler sıralamasında “Birinci Lig”de yer alması için “Hukuk Devleti” ilkesinin gereklerini hassasiyetle uygulaması gerekmektedir. Belki de her şeyin ötesinde, bugün özellikle idam cezasına ilişkin tartışmalarla gölgelenen AB-Türkiye ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve Türkiye’nin AB hukuku değerlerini benimsemesi ve uygulaması, hukuk sistemimizin insan onuruna yaraşır çağdaş demokratik standartlar çerçevesinde geliştirilmesi açısından önemlidir.
Fatih Özatay, Dr.
25/12/2024
Güven Sak, Dr.
24/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
23/12/2024
Selin Arslanhan
23/12/2024
Burcu Aydın, Dr.
21/12/2024