TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Bugünlerde ekonomi ile ilgili tartışmalarla ilgili olarak içimde garip bir his var doğrusu. Geçen gün Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Genel Kurulu ile patlayan banka senedi tartışmasını duyunca iyice alevlendi. Hep “Yahu, ben bu anlatılanı nereden biliyorum?” diye düşünüyorum. Geçmişte kalmış bir yerlerden sanki hayal meyal bir şeyler hatırlıyorum. Pek de iyi çağrışımlar yapmıyor aklımda aslında. Bugünlerde içimdeki bu deja vu hissinin kaynağını merak ediyorum. 2001 yılından kalma bir şey midir yoksa kökü daha mı eskilere gidiyor diye düşünüp duruyorum.
Önce son tartışmadan başlayayım. Başbakan yardımcımız Sayın Nurettin Canikli, TBB’nin 60’ıncı genel kurulunda benim gördüğüm iki temel mesaj verdi ve bankalara sıkıntılı bir dönemin atlatılmasında gösterdikleri performans nedeniyle teşekkür etti. Öncelikle Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) öncülüğünde faaliyet gösteren Kredi Garanti Fonu (KGF) ve KOSGEB’ten sağlanan yeni imkanlarla birlikte bankaların ortaya koyduğu performans için teşekkür etti. Sayın Bakanımız, ortaya konan performans olmasaydı “..bugün belki 10 binlerce firmanın zincirleme sıkıntıyla karşı karşıya kalması tablosunu yaşayabilirdik” dedi ve ekledi “250 milyar lira toplam hacimli KGF destekli kredi imkanı ve 10,8 milyar lira tutarındaki KOBİ'ler için dizayn edilen KOSGEB kaynaklı kredi desteği o kadar etkili kullanıldı ki hiçbir firma piyasadan çekilmedi. Hepsi kurtarıldı.” Bu ilk nokta sanırım akılda tutulması gereken. Bir nevi, banka bilançoları kısmi olarak yeniden yapılandırıldı diyebiliriz bu açıdan baktığımızda. Ödeme güçlüğü çeken şirketlerin nefes almasına imkan sağlayacak bir adım atıldı. Bankalar rahatladı.
Sayın Bakanımızın altını çizdiği ikinci nokta ise sergilenen bu performansın kalıcılaşmasını temin etmeye yönelik gibi duruyor bir nevi. Buna göre, banka bilançolarındaki varlıkların-kredilerin bir bölümünün banka senedi adı altında menkul kıymetleştirilmesi ile bankaların bilançolarının aktifini sürekli yeniden yapılandıracak bir araca kavuşturulmasından bahsetti Sayın Bakan. Doğrusu ya, ben ilk anda KGF vasıtasıyla yapılan bilanço yeniden yapılandırmasını kalıcılaştıracak bir imkan gibi bakmıştım banka senedine. Bankanın kötü kalite aktiflerini banka bilançosundan çıkartacak bir araç daha diye düşünmüştüm. Nitekim KGF ile yapılan da aşağı yukarı böyle bir işti. Ben bu çerçevede, bankaları güçlendirmeye devam edecek bir süreç olarak bakmıştım atılması planlanan adımlara. Olup biten aslında 2001 yılında banka yeniden yapılandırması girişimlerine pek benziyordu. Herhalde onu hatırlıyorum diye düşündüm önce.
Sonra Sayın Bakanımız “banka senetlerini merkez bankasının almasına imkan verecek bir düzenlemeden” de bahsetti. Ben doğrusu yine, Hazine ve merkez bankası işbirliğiyle banka bilançolarının yeniden yapılandırılmasına ve de bankaların yeniden sermayelendirilmesine yardımcı olacak bir araç olacağı kanaatindeydim banka senedinin. Bütün kredi derecelendirme kuruluşları, bankalarımızın kırılganlığından bahsederken, doğrusu ya, bankalarımızı güçlendirmek için adımlar atılmasının ya da atılmasının planlanmasının son derece uygun olduğunu düşünüyordum. Hala da buraya kadar öyle düşünüyorum.
Ama Sayın Bakanımızın “banka senedi vasıtasıyla merkez bankası piyasaya likidite verebilecek” demesi ile birlikte aklımdaki 2001 yılına dair çağrışımlar 1980 öncesinden kalma çağrışımlarla karışmaya başladı doğrusu. Gençler şimdi hiç hatırlamazlar, doğrusu ben de hayal meyal hatırlıyorum. Eskiden Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) bir kalkınma bankası gibi çalışmasına imkan verecek araçlar vardı. Merkez Bankası Kanunu’nda orta vadeli reeskont kredilerinin nasıl verileceği düzenlenmişti. Hazine’ye kısa vadeli avansın nasıl verileceğine ilişkin bir düzenleme de vardı. Onun ötesinde KOBİ’lere, çiftçilere, esnafa, şuna buna bankanın kaynak aktarmasına imkan verecek envai çeşit mekanizma vardı. Nedir? Merkez bankası kaynak dağıtımının nereye doğru yapılması gerektiğine bu çerçevede bir nevi kendisi karar verebilirdi. Şimdilerde “kalkınmacı merkez bankacılığı” ile ifade edilmek istenen bu sanırım. Bir tarafıyla, banka senedi vasıtasıyla yeniden reeskont kredileri çağına geri dönebilmek mümkün aslında. Halbuki biz 1980’den sonra başladığımız ve bence 2001’de tamamladığımız merkez bankası reformu ile piyasaya dayalı kaynak dağıtımına geçmiştik. Şimdi böyle yaparsak geriye doğru kocaman bir adım atmış oluruz.
Nasıl? Mesela reeskonta bugünden itibaren, uzun vadeli konut kredileri karşılığında ihraç edilmiş banka senetlerini kabul etmeye başlarsanız, bankaların konut kredisi portföylerini likide edip daha fazla konut kredisi açmalarını teşvik edebilirsiniz. Daha çok konut kredisi açan daha kolay likiditeye uzanırken, daha az açanın kısa vadeli kaynak maliyeti yükselebilir.
İyi mi olur, kötü mü olur? Ben kötü olacağı kanaatindeyim. Bir ekonomide kaynak dağıtımını merkezi planlama aygıtı vasıtasıyla da yapabilirsiniz, piyasaya dayalı olarak da yapabilirsiniz. Merkezi planlama aygıtına dayalı yaparsanız, aygıtın ne yaptığını, kaynakları neden bir alana yönlendirirken öteki alana yönlendirmediğini iyi biliyor olması gerekir. Ortada veriye dayalı güçlü bir analizin ve bu analize dayalı ayrıntılı malumatın olması gerekir. İşte bu malumat setini oluşturmak, kaynakları piyasanın kolektif aklına dayalı olarak dağıtmaktan çok daha fazla maliyetli olduğu için Türkiye dahil pek çok ülke 1980’li yıllarda finansal serbestleşme sürecine girdiler. Merkez bankası eliyle kaynak dağıtmaktan da bu süreçte giderek vazgeçtik. Şimdi “merkez bankası banka senedi vasıtasıyla piyasaya likidite sağlasın” demek ilk bakışta 1980 öncesini hatırlattığı için kötüdür. Bende asıl deja vu hissini uyandıran, kafamda kötü çağrışımlara yol açan taraf sanırım bu taraftır. Not etmiş olayım.
Her çiçeğin bir mevsimi, her işin bir zamanı vardır. Türkiye ekonomisi artık üç tane bürokratın aklıyla yönetilecek bir ekonomi olmaktan çoktan çıkmıştır. Çok daha karmaşıktır işleyişi. Kişi başına milli gelir 1000 doların altında ve kamu yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı yüzde 60’ın üzerindeyken yapılabilecek işi kişi başına milli gelir 11 bin dolar ve toplam yatırımlar içinde kamu yatırımlarının payı yüzde 20’lere gerilemişken yapmaya kalkmanın ben pek uygun olmadığını düşünüyorum doğrusu. Bu ekonomide yatırım ve tasarruf kararlarını artık milyonlarca piyasa aktörü vermektedir. Ortaya çıkan hareket onların bireysel kararlarının bileşkesidir. Bunun böyle olduğunu unutarak davranmak hatadır.
Peki, kamunun yapacağı hiç bir iş yok mudur? Elbette vardır. Bakın Türkiye’de bankalarımızın kredi-mevduat oranı Mart 2017 itibariyle yüzde 120,6 seviyesine ulaşmış gibi görünmektedir. Kredi mevduat oranı yüzde 120 seviyesini aşma emaresi gösteriyorsa, kamu otoritesinin azami dikkat etmesi gerekir. Bu ne demektir? Bankalarımız kredi portföylerini mevduat gibi istikrarlı bir araç vasıtasıyla değil yurt dışından topladıkları yabancı para cinsinden fonlarla finanse etmektedirler. Kredilerin mevduat dışında kaynaklarla finanse ediliyor olması sistemin kırılganlığını artırmaktadır. Bu ilk noktadır. İkinci olarak dikkat edilmesi gereken husus, mevduatın vade yapısıdır. Türkiye’de banka mevduatının neredeyse yüzde 90’ı 3 aydan kısa vadeli veya vadesizdir. Nokta. Neden? Milletin enflasyonist hafızası hala canlı olduğu için mevduatın vadesi bu kadar kısadır. Bu nedir? Yüzde 120’ye çıkan kredi-mevduat oranında kamu otoritesinin bir tık daha dikkatli olması gerekir. Üçüncü olarak ise kredilerin vadesi stokta konut kredilerinin ağırlığı arttıkça uzamaktadır. Bu da yapısal bir değişimdir. Mevduatın vadesi kısa kalırken, kredi vadesinin uzaması bankayı riskli kılar. Ama nedir? Kamu otoritesinin çok daha fazla dikkatli olması gerekir.
Şimdi özellikle enflasyonun yüzde 8’den yüzde 12’ye yaklaşık yüzde 50 yükseldiği bir sürecin içindeyken, mevduat vadesini uzatmak, kredi vadesini kısaltmak zorlaşır. Böyle bir ortamda, bilançolarda vade uyumsuzluğu riski önem kazanır. Bunu yönetmek için araç icat ederek, sürdürülebilirliği sağlamak elbette önemlidir. Takdire şayandır. Ancak finansal mühendislik egzersizlerinin, çizmeden yukarı çıkmamasını sağlamak daha da önemlidir bana sorarsanız. Sınırı şimdiden çizmekte fayda vardır. Kaynak dağıtım kararlarına kamunun fazla karışması kötüdür. Merak edenler, Çin’e daha yakından bakabilir.
Türkiye'nin önünü açmak için acil çare düşünenlere üç öneride bulunarak bitireyim: Birincisi, OHAL’siz normalleşmenin yolunu bulun. İkincisi, enflasyonu ciddiye alın ki banka bilançoları daha da güçlensin. Üçüncüsü, doğru yoldan sapmayın, çizmeden yukarı çıkmayın.
Bu köşe yazısı 18.05.2017 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024