TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Türkiye’yi rahatlatan bir seçimden çıktık. Şimdi siyasetçilerin kendilerine düşen işi yapmaları gerekiyor. Türkiye’nin öncelikleri açısından değişen bir şey yoktur: Artık inovasyon üzerine konuşmayı bırakıp inovasyon yapmaya başlamamız gerekiyor.
Geçen hafta dünyanın en büyük biyoteknoloji toplantısı olan BIO Convention’da, Philadelphia’daydım. Orada çok uluslu ilaç şirketi MSD’nin aşı üzerine özelleşmiş araştırma ve üretim kampüsünü gezerken II. Abdülhamid’e dair bir inovasyon ve teknoloji transferi hikayesi dinledim. Günlerdir aklımda evirip çeviriyorum. Müsaadenizle dinlediğim kıssadan bir kaç hisse çıkartayım. Gelin birlikte bir bakalım, II. Abdülhamid nerede yanlış yaptı?
Pasteur Enstitüsü, 1887 yılında Paris’te kurulmuş. Aynı yıl Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıp Mektebi) bahçesinde İstanbul Darûl-Kelb Tedavihanesi adı altında bir enstitü de İstanbul’da kurulmuş. Aynı yıl olmasına dikkatinizi çekerim. Nasıl olmuş? II. Abdülhamid, Pasteur’ün kuduz aşısını insanlar üzerinde başarıyla uygulamaya başladığını duyunca hemen yanına eğitim için bir ekip göndermiş. Sene daha 1884-1885, yani daha Pasteur Enstütüsü kurulmadan evvel. Beyrut doğumlu Dr. Alexander Zoeros Paşa başkanlığındaki heyette Doktor Hüseyin Remzi Bey ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey de varmış. Gidip altı ayda aşının nasıl üretildiğini öğrenmişler. Gelip İstanbul’da da uygulamaya başlamışlar. Paris’te Pasteur ne kurduysa onlar da buraya aynısını getirmişler. Darûl-Kelb Tedavihanesi kuduz aşısı üretiyormuş. Ne olmuş? Bir tür teknoloji transferi olmuş. Öyle uzun yıllar beklemek filan da gerekmemiş. Üstelik aynı dönemde II. Abdülhamid Pasteur’e para da ödemiş. En azından bir 10 bin lira ödediğine dair kayıtlar geçenlerde İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Adem Ölmez tarafından yayımlandı. Ben bir nevi fikri mülkiyet hakkı ödemesi olarak baktım doğrusu.
Şimdi adını koyalım: Türkiye 1887 yılında milli kuduz aşısını yapmaya başlamış. Neden? 1 milyonluk şehirde 80 bin köpek olunca bir kamu sağlığı problemi olduğu için elbette. Üç kişilik bir heyet Fransa’ya gitmiş, teknolojiyi kapmış, burada da uygulamaya başlamış. Gittikleri yere bir ödeme de yapmışlar. Olmuş teknoloji transferi. Buradan üç soru çıkıyor bana sorarsanız.
Birincisi, 1887’de üç kişilik bir ekip, bir nevi süreç mühendisliği ile orada yapılanı buraya getirmiş ama bundan sürdürülebilir bir aşı üretimi endüstrisi hiç çıkmamış. Neden? İkincisi, teknoloji transferi etrafında şimdi kocaman bir yasal çerçeve ve de avukatlar ordusu var. Dün yokmuş. II. Abdülhamid’in dün yaptığını bugün tekrarlayabilmek kolay mı? Üçüncüsü, TTIP (Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı) ve TPP (Trans Pasifik Ortaklığı) gibi ticari güce dayalı bölgesel ticaret anlaşmaları yaygınlaşırsa, fikri mülkiyet ve teknoloji düzenlemeleri daha da karmaşık kurallara bağlanırsa, işler nasıl olacak?
Hemen cevaplayayım. Birincisi, teknoloji geliştirmek, saksıda çiçek yetiştirmeye benzemez. Ama II. Abdülhamid’in yaptığı bir nevi tam da bu. Bir tüccar ya da sanayici bulup “Getir bu teknolojiyi, kur fabrikayı, ben sana aşı için kamu alım garantisi vereyim” dememiş. Devlet eliyle aşı üretimine başlamış. O iş bu memlekete o zaman yanlış yoldan gelmiş, kurumuş kalmış. O teknoloji ne yayılmış ne de yeni teknolojiler geliştirilerek devam etmiş. Bilmem farkında mısınız ama 1887’de yaptığımız yanlışı şimdi pek çok alanda tekrarlamaya devam ediyoruz.
İkincisi, fikri mülkiyet hakları ile ilgili artık kocaman bir yasal mevzuat var. Bu mevzuat çerçevesinde o gün yapılan teknoloji transferini bu gün aynı kolaylıkta tekrarlayabilmek son derece güç. İyi ya da kötü diye söylemiyorum. Vakıa olarak zor diyorum. Burada hiç Ar-Ge bütçesi ve eğitimli personel hadisesine de girmiyorum. Bu arada MSD’nin 2013 Ar-Ge harcaması 7,5 milyar dolar. Türkiye’nin 2013’teki toplam Ar-Ge harcaması ise yaklaşık 7 milyar dolar. Türkiye’nin toplam harcadığı para, MSD’nin tek başına harcadığı kadar bile değil yani. Harcanan paranın etkinliğine ise şimdilik hiç girmiyorum. Yani Ar-Ge’nin toplam bütçe içindeki payını artırmak yetmez. Nitelikli bir araştırma politikasına ihtiyaç unutulmamalı. İş para harcama meselesinin çok ötesinde.
Üçüncüsü, TTIP ve TPP anlaşmalarının odak noktası, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferini bugün olduğundan daha da zorlaştırmaktır. Yarın teknoloji transferi daha da zor olacaktır. Gelişmeleri iyi takip etmek ve acele etmek gerekir.
Ne var ki Türkiye’de II. Abdülhamid’den beri değişen bir şey yoktur. Türkiye’nin önceliği hala teknoloji transferidir. Neden? II. Abdülhamid’in teknoloji transferi için seçtiği yol yanlış olduğu için. Özel sektörü dışladığı, yalnızca devlete dayalı olduğu için. Türkiye’nin teknoloji ve inovasyon alanında kamu ve özel sektör işbirliğinin nasıl olacağına dair bir modeli hala yoktur. Abdülhamid-i Sani’den beri Türkiye, teknoloji ve inovasyon alanında kamu-özel sektör işbirliğinin nasıl yapılması gerektiğini bilmemektedir. Artık bilsek de inovasyon yapmaya başlasak, BIO 2016’da da konuştuklarımızı değil, yapmaya başladıklarımızı anlatsak derim ben.
Bu köşe yazısı 22.06.2015 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024