TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
ABD'nin gündeminde yine reform tartışmaları var. Reform tartışmaları dedikse, öyle kapsamlı, üzerinde düşünülmüş radikal ve de sistemli adımlardan söz ediyoruz. Siyaseten göz boyama amaçlı adımlardan değil. Bakın sağlık reformu bitti. Şimdi sıra finansal sektör reformuna geldi. Bizim buralarda konu fazla yankılanmıyor olabilir. Hatta ABD'de finansal sektör çalışanları da şimdilik konuya yeterince önem vermeden, göz ucuyla takip edip, işin ciddileşmesini bekliyor olabilirler. Ama bana kalırsa, bizim de buralardan olmakta olanları şöyle göz ucuyla da olsa izlemeye başlamamızda fayda var. Gelin isterseniz bugün meseleyi bir çerçeveye yerleştirmeye başlayalım. Önce çerçeve, haftaya daha ayrıntısına bakarız. Bakın Başkan Obama kısmi seçimlere doğru giderken, neler yapmaya çalışıyor? ABD'deki bu ara seçim işi, her tür konuda karar verirken Başkan'ı zorlayan faktörlerden bir tanesi gibi duruyor. 24 Nisan konuşmasını etkileyip etkilemediğini bu akşam öğreniriz artık. ABD'deki reform tartışmalarını ve bunun Türkiye için manasını merak edenleri aşağıya bekleriz efendim. Nisan Obama için uğurlu oldu. Önce mart sonunda Kongre'den geçerek önüne gelen Sağlık Reformu Kanunu'nu imzalayarak uygulamaya koydu. Başkan Obama, sağlık reformu kanunu ile ABD'de önemli bir geliri yeniden bölüştürme programını devreye soktu. Reagan ile 1980'lerde başlayan "Her koyun kendi bacağından" dönemini sona erdirdi. ABD'de son otuz yılda artan gelir dağılımı adaletsizliğine bir neşter vurdu. Zenginlerin vergilerini artırırken sağlık sigortası sisteminin tamamen dışında kalan yoksulları sisteme dahil etti. Yoksullar için kamu sigortasını bir biçimde devreye koydu. Zenginlerden alınanı yoksullara dağıtacak, bu arada sağlık harcamalarında kimi hesaplara göre tasarruf sağlayacak bir kanunu yürürlüğe soktu. Kanun, doğrusu ya, uzunca bir dönemdir, ABD'de görmeye alışmadığımız bir geliri yeniden bölüştürme programıydı. Bu nedenle de önemliydi. Hatta toplumu tam da bu nedenle iki büyük kampa ayırdı. Sonuçta sistemdeki değişiklikten asıl yararlanacak olanlar, çoğunluk filan değildi. Ama Başkan, böyle bir düzenlemenin getireceği 'ahlaki kazançları' anlatarak, kampanyasını yürüttü ve de başarılı oldu. Nasıl başarılı oldu? Sağlam bir müzakere zemini oluşturup, sağlık reformu için bir çoğunluk desteği sağladı. Ne yaptığı kadar, nasıl yaptığı da önemliydi. Bu günlerde şirketlere 'sosyal sorumluluğu' anlatmaya çalışan, en azından benim öyle yapmaya çalıştığını zannettiğim, Sayın Başbakanımızın orada işin nasıl olduğuna bir bakmasında fayda var gibi duruyor. Bu, günün ilk tespiti olsun. Gelelim ikinci tespite isterseniz: Geçen hafta Başkan Obama, finansal sektör reformu ile ilgili tasarıya olan desteğini açıkladığı bir toplantıya katıldı. Cumhuriyetçiler'e yakın, Washington Post'ta bir köşe yazarı Obama'nın "Aslanın inine girip, yaratığa 'otur diyen' konuşmasını" değerlendiriyordu. Yazara göre etrafta birkaç kelepçeli bankacı da olsa etki daha iyi olurdu. Bakın orada yorumu yalnızca köşe yazarları yapıyor, haberin kendisi hiç de böyle olmuyor. Bir de bize bakın mesela. Böylece, Obama, krize kaynaklık eden uygulamalara ve de uygulayıcılara karşı yapısal tedbirleri devreye sokmak için bir kampanya başlattı. Kampanya, bu aralar herkesin nefret ettiği borsacıları, büyük Wall Street bankalarını hedef alıyordu. Peki ama aslında yapılmak istenen neydi? Şöyle sağlıklı düşününce Obama ne yapmaya çalışıyordu? Obama, nasıl sağlık reformuyla geliri yeniden dağıtmayı hedefleyen bir radikal adım attıysa, şimdi finansal sektör reform tasarısıyla da radikal bir adım atmayı hedefliyor gibi duruyor. Bu kez hedefte bankaların, bir dizi finansal araçta kendi nam ve hesabına işlem yapmasına sınırlama getirilmesi bulunuyor. Bankaların bazı araçlarda başkası nam ve hesabına (aracılık-komisyonculuk) işlem yapması ile kendi nam ve hesabına işlem yapması birbirinden ayrılmaya çalışılıyor. En azından Obama'nın Ocak 2010'da desteğini açıkladığı 'Volcker Kuralı' tam da bunu hedefliyordu. Şimdi görülüyor ki, o kural da tartışılan yeni kanunun içinde yer alıyor. Eskiden 1930 krizi ertesinde bankaların sermaye piyasalarında işlem yapmasına tamamen yasak getirilmişti. Bankalar, sermaye piyasalarında işlem yapmak istediklerinde ayrı bir kurum oluşturmak, aynı bizdeki gibi bir aracı kurum kurmak zorundaydı. ABD'deki yatırım bankacılığı endüstrisi işte tam da bu ayrımdan doğdu. Böylece bankacılık ile sermaye piyasası işlemleri arasına bir Çin Seddi ihraç edildi. 1930'a ait 'Glass-Steagall Yasası'nın amacı tam da buydu. Yasa 1990'lara kadar işini yaptı. Bu kez bankaların yeniden aracı kurum oluşturarak, sermaye piyasalarındaki aktivitelerini ayırmaları istenmiyor. Ayrım daha çok bankaların başkası nam ve hesabına işlemleri ile kendi nam ve hesabına işlemleri arasında. Ama hangi tür finansal kontratlarda? Bankalar bir süreden beri finansal piyasalarda üç ayrı işi aynı anda gerçekleştiriyorlar. Bunlardan ilki, geleneksel bankacılık faaliyetleri. Ne yapıyorlar? Mevduat toplayıp, kredi dağıtıyorlar. Kredi kontratları vasıtasıyla reel iktisadi aktiviteyi finanse ediyorlar. Bu kredi portföylerini esas olarak kendi bilançolarında barındırıyorlar. İkinci olarak ise bankalar menkul kıymet piyasalarında aktif bir biçimde çalışıyorlar. Finansal sistemin menkul kıymetleşmesine yardımcı oluyorlar. Bunu iki biçimde yapıyorlar. Bir yandan başka şirketlerin doğrudan menkul kıymet ihraç etmesine yardımcı oluyorlar. Birincil piyasada ihraç edilen menkul kıymetlerin ikinci el piyasalarda işlem görmesine destek sağlıyorlar. Piyasalarda likiditeyi temin ediyorlar. Bu arada, menkul kıymet gibi el değiştirme kabiliyetine tasarımı nedeniyle sahip olmayan alacak türlerinin, finansal kontratların, kolaylıkla tedavül edilebilir menkul kıymetlere dönüştürülebilmesine imkân sağlıyorlar. Örneğin ipotekli gayrimenkul kredilerini menkul kıymete dönüştürüyorlar. Bu her iki iş için de piyasalarda likiditeyi temin etmek üzere, bankalar, başkası nam ve hesabına işlemlere aracılık etmenin yanı sıra, kendi nam ve hesaplarına da işlem yapıyorlar. Üçüncü olarak ise doğrudan risk aktarımına imkân tanıyan bir dizi finansal kontratta, hem başkası nam ve hesabına hem de kendi nam ve hesabına işlem yapıyorlar. Swap işlemlerinden her tür türev enstrümana kadar riski parçalara ayırarak, fiyatlamaya yarayan her tür finansal kontrat işte bu üçüncü başlık altında yer alıyor. Şimdi 'Volcker Kuralı' ile düşünülen esasen ikinci türden ama bu ara üçüncü türden işlerde de bankanın kendi nam ve hesabına işlem yapmasının sınırlanması anlamına geliyor. En azından bazı finansal kontrat ve menkul kıymet türlerinde böyle bir tartışma doğacak. Bu ne anlama gelir? Bu nedenle bazı enstrümanlarda azalan likidite ne tür sonuçlara yol açar? Bu arada, ikinci ve üçüncü türden işlerde kamuyu aydınlatma standartlarının yükseltilmesi ve kamu kurumları arasındaki koordinasyonun artırılması da hedefleniyor. Bunlara azıcık yakından bakmaya başlayalım. Müsaadenizle haftaya efendim.
Bu yazı 24.04.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.