TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Değerlendirme Notu / Sercan Sevgili, M. Can Torun
21.yüzyıl, kentlerin yalnızca nüfus, ekonomi ya da kültür merkezleri olarak değil, aynı zamanda siyasi varlıklar olarak ön plana çıktığı bir “kentsel çağ” olarak tanımlanıyor. Dünya nüfusunun %56’sından fazlası artık kentlerde yaşıyor; bu oranın 2050’de %70’e ulaşması bekleniyor. Ancak kentlerin yaşadığı bu demografik ve işlevsel büyüme, onları yöneten anayasal çerçevelerde karşılık bulmuyor. Ran Hirschl’in “City, State: Constitutionalism and the Megacity” adlı çalışması, modern anayasaların ezici çoğunluğunun kentleri hala "devletin yaratıkları" (creatures of the state) olarak gördüğünü ve bu nedenle megakentlerin siyasal karar alma süreçlerinden büyük ölçüde dışlandığını ortaya koyuyor.
Hirschl’e göre megakentler, yalnızca büyüklükleriyle değil, işlevsel yoğunlukları ve içerdikleri çeşitlilikle de siyasal anlam taşıyan varlıklardır. Ancak bu kentler, ne anayasal belgelerde ne de karar alma sistemlerinde bağımsız ya da eşit statüde tanınmaktadır. Bu anayasal sessizlik, sadece bir yönetişim meselesi değil; aynı zamanda demokratik temsil, yurttaşlık hakları ve kaynak tahsisi gibi temel politik konularda da ciddi bir eşitsizlik üretmektedir. Dahası, megakentlerin artan karmaşıklığı ve küresel bağlantıları, merkezi hükümetlerin bu kentleri yalnızca yönetimsel birimler olarak değil, aynı zamanda potansiyel muhalefet odakları olarak görmesine neden olmaktadır. Bu durum yalnızca teorik ya da küresel bir mesele değil; Türkiye’de de benzer bir anayasal ve siyasal sıkışma yaşanmaktadır. Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirler nüfus, ekonomik üretim ve toplumsal çeşitlilik açısından giderek merkezi hükümetle rekabet edebilecek düzeyde varlıklar haline gelirken; anayasal düzen ve siyasal iktidar yapısı bu kentlerin karar alma kapasitelerini sistematik olarak sınırlamakta, yerel demokrasiyi zayıflatmaktadır. Tam da bu noktada, Türkiye’de yeniden gündeme gelen “yeni anayasa” tartışmaları yalnızca hukuk tekniği üzerinden değil, mekânsal eşitsizlikler, siyasal temsil sorunları ve megakentlerin talepleri açısından da ele alınmalıdır. Çünkü megakentlerin anayasal tanınma talebi, bir idari reform meselesi değil; çağın siyasal gerçekliğiyle uyumlu bir demokrasi tartışmasıdır.
Değerlendirme notunun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.