TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Siyasal partilerin 'ötekini' bırakıp 'kendinden' söz etmeyi, ama böbürlenmeden söz etmeyi, öğrenmesi gerek. 'Ötekinden' korktuğumuz için filan partiye sığınma zorunda olmamalıyız.
James Madison, çoğunluğun azınlık için tehlike oluşturması sorununu ele alırken demokrasiler açısından bir de rahatlatıcı gözlem yapıyor ve "uygar bir toplumda çoğunluk oluşturmanın zor olacağına" dikkati çekiyordu. Madison'un uygar olarak nitelendirdiği toplumlarda (anladığım kadarıyla demokratik toplumları kastediyor) insanın algılamasını, değerlendirmesini ve birileriyle beraber hareket etmesini biçimlendiren çok sayıda boyut vardır. İnsanlar siyasal konumları, ahlâk anlayışları, dini inançları, iş yaşamları, aile düzenleri, komşuluk ilişkileri, sanata olan ilgileri, spor sevgileri vs. itibariyle itibarıyla farklılık gösterirler. Kuşkusuz kişilerin her bir boyuta verdikleri göreceli ağırlık aynı değildir. Madison'un kullandığı anlamda uygar (demokratik) toplum ise insanların bu farklı boyutları itibariyle tanımlandığı ve davranışlarının bu çerçevede oluşturulmasına olanak sağlandığı ortamdır.
Çoğunluk dediğimizde ne anlarız? Öncelikle bir insan grubundan söz ediyoruz.
Bu insanları bir grup biçiminde bir arada düşünebildiğimize göre benzerlikleri olmalı. Öte yandan onları bir grup yapan özellikler, aynı zamanda dışarıda kalan insanlardan onları ayırt da edebilmeli. Bu bağlamda çoğunluk da bu insan grubunun ele aldığımız toplumdaki insanların yarısından çoğunu içermiş olması demek. Peki insanları böyle gruplara ayırmak kolay bir iş midir? Uğraşanlar bilir; insanları gruplamak için tek bir boyuta bakmıyorsak, değildir. Örneğin kişileri son seçimde hangi partiye oy verdiğine göre gruplara ayırmak kolaydır. Ama buna bir de AB sürecinin devamından yana olup olmama boyutunu eklersek iş biraz daha zorlaşır. Yüksek öğrenimin paralı olup olmamasını da ekleyip, bu üç boyutta insanları gruplar halinde toplamaya kalkışırsak iş iyice zorlaşır. Boyut artırdıkça toplumda çoğunluğu sağlayacak grup bulma olasılığı neredeyse sıfıra iner. Bu konuda yapılan uygulamalı çalışmaların en önemli sorunu ortaya çıkan grup sayısının üzerinde çalışılamayacak kadar çok olmasıdır. Bunun anlamı, insanı insan yapan boyutlarına saygı duyan bir toplumda insanlar arasında çok boyutta, kalıcı benzerlik aramaya kalkışmanın anlamsız olacağıdır.
Tutkunun etkileri
Tabii ki demokrasilerde bir zaman noktasında ve iyi tanımlanmış bir konuda çoğunluk aynı görüşte birleşebilir. Ancak bu sonuç ancak o zaman noktasında ve o konuda geçerlidir. Zaman içinde kişilerin o konudaki fikirleri değişebileceği gibi, konu değiştikçe aynı grubun üyeleri farklı görüşlere kayarlar. Onun için demokrasilerde, genelde, siyasal partiler toplumun çoğunluğunun oyunu alarak değil, seçime katılanlar arasında en çok oyu alarak, iktidar olurlar. Aynen AKP'nin son seçim başarısında olduğu gibi. Demokratik toplumlarda da siyasiler "çoğunluğun desteği ile iktidar olamamış" olmaktan şikayet etmezler, bunu düşleseler bile... O yüzden de demokrasilerde iktidar olmak için yarıdan fazla oy alma koşulu yoktur. Üstelik partiler arasında anlaşma yoluyla iktidar yolu da açıktır. Koalisyon denince akla bu gelir. Zaten, yukarıdaki açıklamalardan kolaylıkla çıkarılabileceği üzere, her parti aslında koalisyondur.
Peki kalıcı olarak çoğunluk sağlanmak istenirse ne yapılmalıdır? Yukarıda değinildiği üzere, "çok boyutlu insanı" veri alan bir anlayışın kalıcı çoğunluk araması tutarsızdır. Buna karşılık, "tek boyutlu" insanlardan oluşmuş bir toplumda "çoğunluk" sağlamak olanaklıdır. İnsan ne zaman çok boyutlu olma özelliğini kaybeder? Akla hemen tutkulu insanlar geliyor. Burada "tutku" iktisatçıların kullandığı "akılcı kendi çıkarını kollama" davranışının karşıtı olarak tanımlanıyor. Jon Elster (Ulysses Unbound, Cambridge: CUP, 2000, s. 8-11) tutkunun insanın düşüncesiyle eylemini dört yolla ayrışmasına yol açtığına dikkati çekiyor: 1) Tutku, insanın eyleminin sonuçlarını doğru değerlendirmesini engeller, (2) Tutku, insanın diğer boyutları göz önünde tutmasını engeller. (3) İnsanın iradesini zayıflatır, kendisi için doğru olduğunu düşünebildiği eylemi değil, tutkusunun onu yönelttiğini yapar. (4) Tutku insanı miyop yapar. Eyleminin hemen ortaya çıkacak sonuçlarıyla ilgilenir, uzun dönemdeki sonuçlarını ihmal eder.
Niçin korkmamız öğütleniyor
Jon Elster tutku kavramının kapsadığı duyguların önde gelenleri arasında korkuyu da sayıyor. Türkiye bağlamında üzerinde durmak gerek. Uzunca bir süredir, toplumsal düzeyde korkmamız gerektiğine ilişkin öğütler duyuyor, okuyoruz. Varlığımızı bir başka toplumsal grup tarafından tehdit edildiği söyleniyor. Bu söylem tek bir yerden gelmediği için, kişi hangi toplumsal grup içinde olursa olsun, "ötekinin" onun varlığını kastettiği izlenimini ediniyor. Bir süre sonra da, etrafında böyle bir tehdit görmüyor olsa bile, "olabileceğine" inanmaya başlıyor. Böyle olunca da onun karar almasını etkileyen pek çok etmen, bırakın ikinci plana düşmeyi, ortadan silinmeye başlıyor. Kişinin eylemi korktuğu tehdide karşı varlığını korumaya yöneliyor. Bunun sonucunda da insanların bu ortak korku altında "safları sıklaştırması" yani güçlü bir koalisyon oluşturmaları bekleniyor. Herhalde, çoğunluğu kapan koalisyon muzaffer olacak.
Tutkulu karar almanın yukarıdaki sonuçlarını göz önüne aldığımızda kendimizi bundan korumamız gerektiği apaçık. Ama bu da kendiliğinden olmuyor. Bu sürecin durdurulması gerekiyor. Siyasal partilerin "ötekini" bırakıp "kendinden" söz etmeyi, ama böbürlenmeden söz etmeyi, öğrenmesi gerek. "Ötekinden" korktuğumuz için filan partiye sığınma zorunda olmamalıyız. Filan partiyi, kendi yaşamımızı niteleyen boyutlardan önemlice bir kısmında diğer partiye oranla kendimize daha yakın bulduğumuz için o partiye üye olmayı ya da oy vermeyi seçmeliyiz. Bu ise miyop olmayan, ufka yönelik bir bakış açısının hakimiyetini gerektirir. Öncelikle de parti yönetimlerinde! O zaman toplum olarak eğitime hiç de az kaynak ayırmadığımız halde eğitimden bekleneni almada OECD ülkelerinden nasıl olup da bu kadar geri kaldığımız ve kalmakta da devam ettiğimizi sorgulayabiliriz. O zaman, sanayiimizin küresel rekabete uyum sağlaması için ciddi olarak neler yapmamız gerektiğine enerjimizi harcar, işsizlik sorununu derinlemesine ele alabiliriz. Geriye bir soru daha kalıyor: "Ötekinin" varlığına kastedenler varsa ne yapmalı? Demokrasilerde ne yapılıyorsa onu yapmalı! Kastedilen "ötekinin" kim olduğuna bakılmaksızın bu yola gidenlerin yasalar çerçevesinde tarafsız yargı tarafından yargılanmaları sağlanmalı.
Bu arda yanlış anlaşılmasın. "Tutkular körüklenerek iktidara gelinemez" diye bir şey yok. İnsanların ders kitabi tipi akılcı hareket etmedikleri açık. Hele belirsizlik altında! Yapılan çalışmalar tercihlerin pekala etkilenebileceğini de gösteriyor oy verme davranışlarında akılcılığın rolünün sınırlı olduğunu da. Özetle, toplumlar her zaman akılcı ve kendileri için doğru karar alır diye bir kural yok. Bütün bu nedenlerle tutkular ön plana çıkarılarak, özellikle "korku" körüklenerek, çoğunluğun desteği pekala sağlanabilir. Adolf Hitler'in iktidara gelmesi örneğinde olduğu gibi...
Bu yazı 07.04.2008 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.