TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.

Ahmed el-Şara’nın 10 Kasım günü Beyaz Saray ziyareti, pek çok yönden tarihî ve ezber bozan bir andı. Suriye’nin 1946’da egemenliğini ilan ettiğinden bu yana ilk kez bir Suriye Devlet Başkanı, Beyaz Saray’da bir Amerikan Başkanı tarafından resmen kabul edildi. Ancak bu görüşme yalnızca iki ülke arasındaki siyasi ve diplomatik buzların kısmen de olsa çözülmesine aracı olmadı, aynı zamanda Amerikan kamuoyunun belleğinde de karmaşık duygular uyandırdı.
Fox News’te kendisine yöneltilen bir soru, Amerikalıların Ahmed el-Şara’yı konumlandırmakta nasıl zorlandıklarını açıkça gösteriyordu. Sunucu, 11 Eylül saldırılarını hatırlatarak, o döneme dair bir pişmanlık duyup duymadığını sorduğunda, Şara gülümseyerek, “O zamanlar sadece on dokuz yaşındaydım, çok gençtim. O dönemde karar verme gücüm yoktu. Üstelik El Kaide o sırada bulunduğum bölgede bile değildi,” dedi ve ekledi: “Bu konuda yanlış kişiye soru soruyorsunuz. Biz her sivil kaybı için yas tutuyoruz.”
Şara’nın bu sözleri, diplomatik ve akılcı bir yaklaşım içinde olduğunu gösteriyordu. Ancak dönemin Amerikan Başkanı Barack Obama, 2 Mayıs 2011’de El Kaide lideri Usame bin Ladin’i başarılı bir operasyon sonucu öldürdüklerini açıkladığında, Amerikalılar Beyaz Saray’ın önüne kutlama yapmaya koşmuşlardı. Hiçbir Amerikalı, 11 Eylül saldırısının olduğu o gün nerede olduğunu hafızasından silemezken, saldırıyı düzenleyenlerin en gencinin 20 yaşında olduğunu da unutmamışlardır. Karar verme yaşında olmayan bu gençlerin bile terörün pençesinde ülkeye nasıl zarar verebildiği, Amerikan toplumunda derin izler bıraktı. Tüm bu süreç içinde, insanların kafası karıştı, eleştirilerin sınırları aşıldı, dinler arası çatışma algısı pekişti ve İslamofobi hortladı. Bu nedenle, Aralık 2024’e kadar başına 10 milyon dolar ödül konmuş bir isim olan Ahmed el-Şara’nın Beyaz Saray’a girişi ve çıkışı, sıradan bir devlet ziyaretinden çok daha fazlasıydı. Güvenlik protokollerinin ötesinde, bu ziyaretin Amerikan halkının kolektif hafızasında yer etmiş bir travmayı tetiklediği göz ardı edilemez.
Trump: “Zorlu Bir Geçmişi Var, Ama Belki De Bu Yüzden Başarılı Olacak”
Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu politikası, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonra yeniden biçimlenen çok katmanlı bir denklem üzerine kurulu. Bu politikanın temelinde, İsrail’in güvenliği konusunda tavizsiz, Gazze’de savaşın sona ermesi gerektiği konusunda kararlı, İran’ın bölgesel istikrarsızlık politikalarına karşı net, gerekirse Tahran’ın nükleer programını vuracak kadar ileri giden, ancak nihayetinde radikal İslamcı yapılara “paydos” dedirtmeyi hedefleyen bir stratejik anlayış var. Dolayısıyla, Trump yönetiminin Ahmed el-Şara’yı Beyaz Saray’a davetini de bu yeni Ortadoğu vizyonu içinde —bölgedeki kontrolü yeniden ve tam teşekküllü biçimde elde tutma çabasının bir parçası olarak okumak gerekiyor.
Şara ile görüşmesinin ardından, her zamanki abartılı üslubuyla konuşan Trump, Suriye liderini “zorlu geçmişine rağmen başarılı olabilecek bir lider” olarak tanımladı. “Eğer o geçmişi olmasaydı, bugün bu şansı da olmazdı” diyen Trump, sözlerine şunları da ekledi: “Kendisini seviyorum, iyi anlaşıyoruz. Ortadoğu’nun bir parçası olduğu için Suriye’nin başarılı olması için elimizden geleni yapacağız.” Trump böylece hem Şara’ya kişisel bir kredi açtı hem de Washington’un Suriye’de yeni bir başlangıca hazır olduğunu gösterdi.
Trump, birinci başkanlık döneminde Haziran 2020’de yürürlüğe giren Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası kapsamındaki yaptırımları, Şara ile Beyaz Saray’daki görüşmesinin ardından —ki bu, Riyad’daki ilk temaslarının ardından üçüncü görüşmeleriydi —ikinci kez 180 gün süreyle askıya alma kararı aldı. Ayrıca, Kongre’ye bu yasayı tamamen iptal etmesi yönünde baskı yapmaya başladı. Şara da Senato Dış İlişkiler Komitesi’nin iki kilit ismi olan Jim Risch ve Jeanne Shaheen ile de görüşerek, yaptırımların kaldırılmasının Suriye’nin yeniden inşası ve bölgesel istikrar açısından önemini vurguladı. Ancak Kongre’de muhalefet sürüyor. Sadece Demokrat parti kanadından değil, Trump’ın kendi partisinden bazı Cumhuriyetçiler yaptırımların kaldırılması için azınlık güvenliği, İsrail’le barışçıl ilişkiler ve yabancı savaşçıların uzaklaştırılması gibi koşullar öne sürüyor.
Adını, Suriye hapishanelerinde sistematik işkence ve ölümleri belgelediği iddia edilen “Sezar” kod adlı eski bir askeri fotoğrafçıdan alan bu yasa, kamuoyunda Beşar Esad yönetiminin sivillere yönelik saldırılarını durdurmak ve rejimi —sivillere daha fazla zarar vermemesi adına —köşeye sıkıştırmak amacıyla çıkarıldı diye biliniyor.
Ancak yazının başında belirtilen geçmişle doğrudan bağlantılı en kritik gelişme ise Şara yönetimindeki Suriye’nin, IŞİD karşıtı küresel koalisyona resmen katılmayı kabul etmesi oldu. Trump ile görüşmenin bir gün öncesinde, 9 Kasım’da, geçici hükümete bağlı Suriye güvenlik güçleri, ülke genelinde IŞİD hücrelerine karşı geniş çaplı bir operasyon başlattıklarını duyurdu. Operasyon sekiz vilayete yayılan 60’tan fazla baskını ve 70’in üzerinde tutuklamayı da beraberinde getirdi. Bu da Şara’nın, IŞİD’e karşı “saha taahüdünü” yerine getirmede tereddüt etmeyeceğinin göstergesi olarak sunuldu.
Ve tüm bu gelişmeleri taçlandırmak adına ABD, Şam’ın Washington’daki diplomatik temsilciliğine — terörle mücadele, güvenlik ve ekonomik iş birliği başlıklarıyla sınırlı olmak üzere — yeniden çalışma izni verdi.
Şara son bir yılda Körfez ülkelerini dolaşarak yatırım arayışına girmiş, Eylül’de BM Genel Kurulu’nda 60 yıl aradan sonra konuşan ilk Suriye lideri olmuş, Ekim’de Moskova’da Putin ile enerji ve ulaştırma projelerini görüşmüş, Riyad’da Suudi finans zirvesinde yatırımcılara sunum yapmış ve ardından Brezilya’daki BM İklim Zirvesi’ne katılmıştı.
Tüm bu temaslar, Şara’nın savaş meydanından diplomasi masasına taşınan bir lider olarak yalnızca kendisini yeniden inşa etme çabası değil; aynı zamanda, Dünya Bankası’nın ülkesinin yeniden yapılanması için 216 milyar dolarlık kaynak gerektiğini belirtmesiyle doğan bir mecburiyetin sorumluluğunu yerine getirdiğini gösteriyor.
Hakan Fidan da görüşmelere katıldı
Hiçbir şüphe götürmeksizin şunun da altını çizmek gerekiyor ki Trump yönetiminin Şara’ya ihtiyaç duyduğu “meşruiyeti” sağlaması cesur ve yerinde bir adım. Washington, Suriye’nin yeniden istikrarsızlığa sürüklenmesinin bölge için yaratacağı riskleri görerek İsrail’le bir güvenlik anlaşması yapılabilmesinin zeminini arıyor. Ancak Şara’nın mevcut koşullarda buna kolaylıkla “evet” demeyeceğini de biliyorlar. Bu nedenle ABD, ne İsrail’in Suriye’ye daha fazla müdahale etmesini ne de Şara’nın — ki göreve geldiği ilk günden bu yana İsrail’e karşı askeri yanıt vermeyeceğini açıkça söylüyor — bu dengeyi bozacak bir adım atmasını istiyor.
Fakat bu denklemin bir diğer boyutunun da Türkiye olduğunu unutmamak gerekiyor. Amerika’nın hem İsrail hem de Suriye dosyalarını eşzamanlı biçimde yönetme çabası içinde olduğu görülürken, Türkiye’nin Gazze savaşıyla birlikte daha da sertleşen İsrail karşıtı tutumunun da kontrol edilmesi gerektiği kanaatindeler. Ancak Ankara açısından bu denklemin farklı katmanları da mevcut.
Amerika’nın bu ziyarete Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı da dahil etmesinin ne anlama geldiğini doğru anlamlandırmaya çalışmak ve bu hamlenin birden fazla anlamının olabileceğini teslim etmek gerekiyor. Trump’ın Putin’le görüşmesinden sonra Zelensky’nin Beyaz Saray’daki görüşmesine AB, İngiltere ve NATO Genel Sekreteri’nin katılması ne kadar istisnaiyse, bu durum da aynı ölçüde ve hatta daha da istisnai.
Belli ki Amerikan tarafı, Suriye dosyasını bütün bileşenleriyle birlikte, birbirine zıt görünen dengeleri aynı masada tutacak şekilde ele almayı tercih etti. Türkiye’nin Gazze ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) konusundaki hassasiyetlerinin açık biçimde konuşulmasından yana bir tutum alırken, aynı zamanda bu hassasiyetleri bölgesel denklemin bir parçası hâline getirme fırsatını da gördü.
Öte taraftan, Trump yönetimi, Türkiye’yi Gazze ateşkesinde Hamas’ın hamisi gibi konumlandıran bir yaklaşım sergilerken, diğer yandan Şara’nın Beyaz Saray ziyaretine Hakan Fidan’ı davet ederek iki hattı da aynı diplomatik çerçevede buluşturmayı hedeflemiş olabilir. Böylece Washington, Türkiye’yi taltif ederken ve ülkedeki demokratik erozyona karşı kayıtsız kalarak Erdoğan hükümetini fiilen destekler bir görüntü verirken, aynı zamanda Ankara’yı Hamas ve Suriye’nin geçici hükümetiyle aynı kategoride değerlendiren bir yaklaşımı da benimsemiş oldu.
Bu arada, Şara’ya, azınlıklara yönelik saldırıların son bulması hâlinde Kongre’nin daha esnek davranabileceği mesajı verilirken; öte tarafta Ankara’ya, güvenlik kaygılarının duyulduğu ve dikkate alındığı özellikle vurgulandı. Böylelikle ABD, aynı anda iki farklı pozisyonu yürütme, hem baskı hem denge unsurlarını eş zamanlı işletme kabiliyetini de açık biçimde sergilemiş oldu.
Dolayısıyla şu denklemi de unutmamak gerekiyor: Suriye’de yaşanan savaş sürecinde, Amerika ve İsrail için bu ülkedeki İran nüfuzunun sınırlandırılması ne kadar öncelik taşıyorduysa, Türkiye için de PKK’nın uzantısı olarak kabul edilen YPG’nin yapılanması aynı ölçüde öncelikti. Taraflar, bu noktada önceliklerini hizalama ve uyumlama konusunda ayrı düştüler.
Nitekim Fidan’ın Beyaz Saray’daki temaslarının ardından yaptığı “güneyde, kuzeyde ve kuzeydoğuda dikkatle yönetilmezse ülkenin toprak bütünlüğü riske girer” vurgusu, Türkiye’nin hâlâ YPG meselesini denklemin merkezinde gördüğünü ortaya koyuyor. Öte yandan Şara’nın, Amerika’nın Suriye’deki asli müttefiklerinin – yani Kürtlerin görevi olan IŞİD’le mücadeleye fiilen katılması, bir taraftan “olması gereken” bir gelişmeyken, diğer taraftan Türkiye’nin Suriye politikasındaki isabetsizliklerini de açık biçimde görünür kılıyor.
Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana ve ademi merkeziyetçi yapılanmaya mesafeli dururken, Şara’nın bu kadar keskin hatları olmayabileceği ihtimali ortada. Türkiye’nin Mart 2025’te SDG ile Şara yönetimi arasında imzalanan çerçeve anlaşmaya itirazı olmasa da, SDG güçlerinin geleceği konusunda kendi güvenlik çıkarlarını önceleyen bir duruşu var. SDG’ye güvenmiyor ve Kuzey Irak’takine benzer bir Kürt bölgesinin Suriye’de inşa edilmesinin de doğru bir yaklaşım olduğu kanaatinde değil. Haliyle, Ankara, SDG’nin bir bütün olarak muhafaza edilmesinden yana değil.
Ancak varılan çerçeve anlaşma da üzerinde çalışılabilecek, kritik bir mihenk taşı olarak mevcudiyetini koruyor. Anlaşma, Kürtlerin Suriye devleti içinde eşit vatandaş olarak tanınmasını, siyasi temsil ve kültürel haklarının güvence altına alınmasını öngörürken; ülkenin toprak bütünlüğünü vurguluyor ve ayrılık çağrılarını reddediyordu. Ayrıca kuzeydoğu Suriye’deki sivil ve askeri yapının, enerji kaynakları ve sınır kapıları dahil olmak üzere devlet kurumlarına entegre edilmesi planlanıyordu. Yerinden edilmiş sivillerin geri dönüşü ve güvenliklerinin sağlanması da metinde yer alan maddeler arasında.
Fidan, Beyaz Saray’daki görüşme sonrasında bu konuda nasıl bir ilerleme sağlandığı ya da tarafların arasında uzun yıllara dayanan farklılıkların ne şekilde evrilmeye başladığı konusunda bir ipucu vermedi. İşin ilginci, bu yazının yazıldığı an itibariyle SDG tarafından da resmi bir açıklama gelmedi. Amerika’nın bu denklemde kontrolü sağlam tuttuğu ve bir oluşum sürecinden geçildiği anlaşılıyor.
Ezberler Bozuldu, Sonuç?
Hakan Fidan’ın dünkü Beyaz Saray zirvesinde verdiği fotoğraflar elbette dikkat çekiciydi. Ancak unutmamak gerekir ki Amerika, bölgede yeniden “oyun kurucu” rolüyle öne çıkıyor ve tüm taraflar öncelikle Washington’u ikna etmeye çalışıyor. ABD, İsrail’in güvenliğini her zaman olduğu gibi merkezine alan yeni bir bölgesel denklem kurduğunu açıkça gösteriyor. Artık mesele, bu hesabın sahada ne kadar karşılık bulacağı; yani kimin neye, ne ölçüde ikna olacağı ve hangi oranda rıza göstereceği.