TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
COVID-19 ile birlikte bir tür kıtlıklar çağına girdik. Önce hammadde ve gıda fiyatları artmaya başladı. Arada çip kıtlığı nedeniyle otomobil ve beyaz eşya üretimi tatil ediliyor derken, şimdi de ortalığı aşı kıtlığı tartışmaları sardı.
COVID-19 ile imtihanımız devam ediyor. Kıtlıkların temel nedeni, her ülkenin öncelikle kendisini düşünüyor olması elbette. Kıtlık çıkma ihtimaline karşı, stok yapmaya başlayınca kıtlığın daha da yaygınlaşmasına neden oluyorsunuz. Gıda fiyatlarını yukarı çeken, çip sıkıntısını yaygınlaştıran ve en son aşı kıtlığına yol açan hep fırsatını bulanın biriktirmesinden kaynaklanıyor. Kıtlık çağı değil aslında, yapay kıtlık çağı demek lazım. Peki, çıkışı kolay mı? Zor.
Halbuki herkes birbirini kollasa, ortada merkezi bir karar alma aygıtı olsa, şıpın işi her şey yoluna girecek gibi duruyor. Ancak mavi yerküremizde bu koordinasyon görevini üstlenecek bir mekanizma, ne yazık ki yok.
Tartışmanın en güncel olanı COVID-19 aşısı ile ilgili. Bugünlerde küresel salgın yeniden hız kazandı. Geçen yıl, “COVID-19’un tedavisi ve aşısı yok.” diyebiliyorduk, bir nevi, teselli niyetine… Şimdi COVID-19 aşısı değil, aşıları var. Tam yedi tane sayabiliyorum ben, ama aşının ülkeler arasındaki dağılımı son derece dengesiz. Rakamlar ortada.
Gelin aşılanma rakamlarına bir bakın. Amerika’da nüfusun yüzde 43.32’si 30 Nisan 2021 itibariyle en azından bir kez aşı olmuş. Bu rakam, İsrail’de yüzde 62.4, İngiltere’de yüzde 50.40, Almanya’da yüzde 26.73, Türkiye’de yüzde 16.26, Hindistan’da yüzde 9.09, Mısır’da yüzde 0.64, Güney Afrika’da yüzde 0.54 ve Suriye’de ise yüzde 0.01. Hal böyle olunca, herkes aynı anda aşılanamadığı için, COVID-19 varyantları çeşitleniyor. Küresel salgının olası süresi giderek uzuyor.
Bu rakamlara bakınca, 2020 ve 2021 gibi, 2022’nin de kaybedilme ihtimalini görmemek mümkün değil. Neden? Aşı kıtlığından. Rakamlara bakınca, aşılama için aşıyı bulmak ve üretiyor olmak önem taşıyor. Gerçi tersine bir örnek olarak, İsrail de var.
Geçen haftanın en güncel tartışması, COVID-19 aşıları üzerindeki patent korumasının kaldırılması ve aşının formülünün herkese açılarak COVID-19 aşı üretiminin jenerik bir biçimde herkes tarafından serbestçe yapılabilmesiydi. Peki, hakikaten patent olmasa, aşıya erişim artar mı? İlk bakışta sanki öyle gibi geliyor ama doğrusu ben pek emin olamadım. Gelin anlatayım.
Ortada iki tür COVID-19 aşısı var
Önce müsaadenizle problemi bir tanımlamaya çalışayım. Dikkatinizden kaçmamıştır, ortada bir tane COVID-19 aşısı yok. Bir sürü var... Ancak niteliği itibariyle birbirinden ayrılan iki tür aşı var. Birincisi, bildiğimiz eski teknoloji ile yapılan Çin’den SinoVac ve CoronaVac ve Rusya’dan Sputnik V aşıları.
İkinci tür ise yeni teknolojiler kullanılarak geliştirilmiş olan aşılar. Bunları da ikiye ayırmak mümkün. Bir tarafta, m-RNA’ya (mesajcı RNA) dayalı olarak çalışan Pfizer-BioNtech ile Moderna aşıları var. Öte yanda ise, daha farklı bir teknolojiyle tasarlanmış Johnson&Johnson ile Astra Zeneca aşıları.
Diyelim bu yedi aşının formülünü fotokopi çekip herkese dağıttılar. Malum eskiden bizim buralarda böyle işler olurdu. Sağlık Bakanlığı’ndaki dosyadan fotokopiyi çeken, ilacı üretmeye başlayabilirdi. Buradan ne çıkar? Bugünkü mesele çözülür, aşılama kampanyası hızlanır ve ülkeler arasında daha eşit dağılır mı? Hayır.
Pfizer ve Moderna aşıları söz konusu olduğunda, ortaya çıkabilecek ilk komplikasyonun bir başka hammadde kıtlığı olacağını bilenler şimdiden söylüyorlar, mesela. Aşının üretimi için fosfolipid önemli bir hammadde. Bunu da üreten dört firma olduğunu söylüyorlar dünyada. Bir kıtlıktan ötekine, bir yokluktan diğerine. Bu sanırım ilk mesele. Bir darboğaz aşılınca karşımıza yenisi çıkabilir. Demek ki neymiş, fotokopi çekip dağıtmak yetmez. Aynı zamanda hammadde tedariki konusunda da küresel bir işbirliği mekanizması gerekir. Zor iş yani.
İkinci mesele ise daha bir tanıdık. İş, formülü almakla bitmiyor. İkinci olarak, bunun sağlıklı üretimi için gereken altyapıya sahip olmanız lazım. Üretimin doğru şartlarda yapılıp yapılmadığının denetlenmesi ve kalite garantisinin güvenilir biçimde verilmesi lazım. Ne lazım? Kurumsal altyapı ve yönetim becerisi elbette.
Bu durumda, aşı dağıtımı açısından sonucun farklı olup olmayacağının da bir garantisi yok. Merkez ülkelerde tek bir şirketin kazanç hırsını kontrol altına almakla iş bitmiyor. Patent koruması kalkınca, jenerik olarak aşıyı üretmek üzere, her ülkeden pek çok şirket/kurum devreye girecek sonuçta.
Hiç öyle uzun uzun saymayayım. COVID-19 salgını karşısında her ülkede farklı farklı tepkiler verildi. Koç Üniversitesi’nden Selva Demiralp ve arkadaşları ülkelerin yönetişim kalitesi ve yönetim becerisinin COVID-19’la mücadeleye etkisine işaret eden bir çalışma yayımladılar. Salgını kontrol etmekte zorlanan, güvenilir veri yayımlayamayanların jenerik aşının sağlıklı üretilmesini temin etmelerini beklemek gerekiyor, bu durumda. Pek zor.
Ne bileyim? Zamanında üç kamyonu bir köprüye yöneltemeyenlerin, üç maskeyi millete bedava dağıtamayanların, formül elde bile olsa aşıyı sağlıklı şartlar altında üretebileceğinin de hiçbir garantisi yok maalesef. Kalite kontrol protokolü de fotokopi ile çoğaltılıp verilmiş olsa bile, sonucun aynı olmayacağını herhalde hepimiz biliyoruz.
Kime niyet, kime kısmet
Bu, işin bir tarafı. Bir de ikinci yüzü var dikkate alınması gereken. Nedir? COVID-19 aşısının formülünü fotokopi ile dağıtmanın beklenmeyen sonuçlarını da şimdiden düşünmeye başlamakta fayda var. Demin altını çizdim, ortada bir değil, iki tür aşı var. Bu aşıların bir bölümü yeni bir teknolojiye dayanıyor ve geliştirilmesi start-up’lar sayesinde oldu.
Hem Moderna, hem de Pfizer aşıları, m-RNA teknolojisine dayanıyor. Buna göre, her tür hastalığın devası aslında vücudumuzun içinde var. Önemli olan, o doğal ilacın üretimini başlatacak mesajı, doğru yere iletebilmek. İşte m-RNA teknolojisi bu son derece basit prensibe dayanıyor. Yapılması gereken, virüsün genetik şifresini hücrelerimize iletmek. Bu durumda, hastalık için gereken proteinleri, hücrelerimizin üretmesini tetikleyebilmek. Fikir hem basit, hem de eski.
Teknolojinin fikir annesi Katalin Kariko. Kendisi bir Macar. Fikri ilk kez 1970’lerde ortaya atmış. Ancak fikir, 2020’de BioNtech aşısı ile ancak hayata geçmiş. İşlediği kanıtlanmış. Elli yıl sonra… Bu arada, Kariko, bu fikir ile birlikte Amerika’ya göç etmiş. En son 1995’te çalıştığı Pensylvania Üniversitesi Hastanesi’nde görevine son verilmiş. Fikrine somut bir proje desteği sağlayamadığı için. Bazen bir türlü olmaz. İnovasyon sabır gerektirir. Kime niyet, kime kısmet...
Fikri uygulamaya aktaran BioNtech, bir Alman start-up’ı. Aslında çalışma alanı kanser araştırmaları. Şirket, m-RNA teknolojisine dayanarak, kanser hastalarına, kişiselleştirilmiş ilaçlar üretmek üzere faaliyete geçmiş. COVID-19 küresel salgını başladığında, araştırma fonları bu alana hızla yöneldiği için, Alman hükümetinden aldığı destekle kanser araştırmaları programını hızla COVID-19’la mücadele programına dönüştürmüş.
Aslında BioNtech, teknoloji start-up’larının normal şirketlere göre daha fazla esnek olup, iş planlarını hızla ihtiyacın olduğu alanlara dönüştürebileceklerine dair güzel bir örnek. Bu esneklik, bir tür canlılık belirtisi start-up’lar için. Mandal hocayı ikna edebilsek, TEPAV’da bir yıl önce, bizim böyle bir krizi fırsata çeviren start-up’larımız var mı diye bakmak istiyorduk TÜBİTAK verilerine. Ama daha kısmet olmadı doğrusu. Hayırlısı… Ben hala umutluyum doğrusu.
Elbette m-RNA teknolojisinin bir biçimde COVID-19’da işe yaraması, her derde deva olacağını kanıtlamıyor. Her tür rahatsızlıkta işe yarayacak kişisel ilaçları geliştirebilmek için daha çok araştırma yapılması gerekiyor. Ama teknolojiyi bugün salgın şartlarında herkese açarsak, yarın kişiselleştirilmiş ilaçlar konusunda yapılacak çalışmaları ve atılacak adımları da olumsuz etkileyebiliriz. O vakit, daha büyük bir kamu araştırma mekanizmasını da şimdiden birlikte düşünmek gerekiyor. Bir adım atınca, bir dizi yan etkiyi de şimdiden düşünmek gerekiyor.
Neymiş? Zor meselelerde, cin fikirlerin, mucizevi önerilerin peşine takılmaktan kaçınmak gerekiyor. Biz bu durumu pek yakında, memleketin döviz rezervlerini tüketerek yaşadık aslında. Şeffaf olmayan bir biçimde kuru sabit tutup, ilgili bakanın ne yaptığını bildiğini ve güvenilir olduğunu kanıtlamaktı amaç. Ortaya COVID-19 ile birlikte hiç öngörülmeyen bir felaket çıktı. Kötü oldu.
Şimdi aşı formülünü dağıtalım, salgını durduralım önerisi de aynı biçimde problemli geliyor bana doğrusu. Belki de yanılıyorum.
Bu köşe yazısı 03.05.2021 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024