TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Bu yılın 14 Temmuz’unda İngiliz genel tıp dergisi The Lancet’te yeni küresel nüfus projeksiyonları yayımlandı. Bu yeni tahminlerde, bana ilginç gelen iki noktayı hemen söyleyeyim. Öncelikle, yeni nüfus projeksiyonlarına göre dünya nüfusu 2100 yılına kadar artmayıp azalıyordu. İkincisi, Türkiye’nin nüfusu ise 100 milyonu geçiyordu. Bugün yaşlanma hadisesine girmeyeyim, yalnızca bu iki parametrenin ne manaya geldiğinden bahsedeyim ve birkaç sonuç çıkartayım müsaadenizle. Soru ortada sanırım: Yeni nüfus projeksiyonuna göre dünya nüfusu azalırken Türkiye, 100 milyonu nasıl aşıyor? Önce kısaca rakamlara değineyim sonra da çıkarttığım sonuçlara geleyim.
Nüfus eğilimleri söz konusu olduğunda, belli varsayımlar altında tahminler yapılıyor. Bundan önce, Birleşmiş Milletler’in (BM) konu ile ilgili biriminin 2019 yılında yayımlamış olduğu projeksiyonlarını kullanıyorduk. Şimdi ise, 2019 projeksiyonlarını değerlendirebileceğimiz yeni bir tahmin modeli var ortada.
Önce rakamlar. BM 2019 yılı raporuna göre dünya nüfusunun 2050 yılına kadar 2 milyar artacağı ve 2100 yılında, 3,2 milyar artarak, 10,9 milyar ile zirveye ulaşacağını bekliyorduk. Ama yeni projeksiyona göre, dünya nüfusu 2100’de değil, 2064’te “pik” yapıyor ve 9,73 milyar kişi oluyoruz mavi gezegenimizde. 2100 yılında ise, 8,79 milyara geriliyor sayımız. Bir başka senaryoya göre, eğer Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nde (SDG) tanımlanan eğitim ve doğum kontrolü hedeflerine ulaşılabilirse, dünya nüfusu 6,29 milyara kadar düşüyor. Bugün 7 milyarı geçtiğimiz düşünülürse, dünyanın dengesi için kötü bir haber değil, esas olarak. Ama işi bilenler, nüfustaki bu azalmanın iklim değişikliği ile ilgili sorunları hafifletse bile ortadan kaldırmadığının altını çiziyorlar.
Neden sayımız azalıyor? Artan eğitim ve kentleşme ile birlikte doğum kontrolünün artan önemi nedeniyle kadınlarda doğurganlık oranında gözlemlenen azalma, dünya nüfusunu da azaltıyor. Azalmanın belirginleştiği yer ise Sahra Altı Afrika. SDG’nin eğitim ve doğum kontrolüne ilişkin hedefleri ayrıca tahmin modeline eklendiğinde, nüfus daha da hızlı azalıyor, nitekim.
Peki, dünya nüfusu beklendiğinden daha önce pik yapıp gerilemeye başladığı halde, Türkiye’nin nüfusu neden BM 2019 projeksiyonuna göre artıyor? Önce rakamlar, BM 2019 projeksiyonu yaklaşık 98 milyon ile Türkiye nüfusunun tepe noktasına ulaşacağını ve 2100 yılında 86,2 milyon olacağını öngörüyordu. Halbuki yeni nüfus projeksiyonuna göre, Türkiye’de zirve noktasına 112,5 milyon ile 2068’de ulaşacağız. 2100 yılında 101,6 milyon kişi olacağız. Ama SDG senaryosuna göre ise, 2100’de 86,1 milyona gerileyeceğiz.
Peki, fark nerede? Öncelikle Türkiye’de doğurganlık oranı, 2019 itibariyle 1,88’e geriledi. Halbuki nüfusun hiç eksilmeden belli bir seviyeyi koruyabilmesi için bu oranın 2,1’de kalması gerekiyor. Türkiye’de bu oranın 2100’e doğru normal şartlar altında, 1,34’e kadar, SDG senaryosu altında ise 1,26’ya gerilemesi bekleniyor. Buradan gelen etki, nüfusu arttırmıyor, azaltıyor.
Peki, nasıl oluyor da yeni nüfus projeksiyonlarında Türkiye nüfusunun azalması değil, artması bekleniyor? Artan dış göçler sayesinde elbette. Türkiye, artık önde gelen göç alan ülkelerden bir tanesi olarak kabul ediliyor. Mevcut duruma bakarsanız, Türkiye, en çok sayıda göçmenin barındırıyor. Avrupa Birliği ile yapılan anlaşma ile Türkiye, kendi iradesi ile bir transit ülke olmaktan çıkarak hedef ülke olmayı kabul etti. Rakamlar değişmeye başladı. Bundan sonra böyle gider mi? Kim bilir?
Yeni nüfus projeksiyonlarına göre Türkiye’nin, göç alma oranı en yüksek üç ülkeden biri olacağı kabul ediliyor. Buna göre, göç alma oranı en yüksek ülkeler Kanada, Türkiye ve İsveç olarak sıralanıyor. Göç verme oranı en yüksek ülkeler ise El Salvador, Samoa ve Jamaika. Türkiye, eskiden önde gelen göç veren ülkelerden biri olarak kabul edilirdi. Hatta, Avrupa Birliği tartışmalarında en son Brexit süreci dâhil oraların popülistleri hemen Türk hücumundan bahsederdi. Şimdi artık tam tersi.
Peki, önde gelen göç alan ülkelerden biri olmanın bir faydası var mı? Ben anlatayım siz değerlendirin. Benim gördüğüm, göç alan ülkelerde, yaşlanan nüfusa rağmen, çalışma çağındaki nüfus daha düşük bir hızla azalıyor. Büyüme muhasebesi (growth accounting) açısından bakıldığında, bu durum, ekonomik büyüme sürecini de olumlu yönde etkiliyor. The Lancet makalesinde, Türkiye, bu çerçevede, toplam nüfusun pik yaptığı 2050 civarında dünyanın en büyük dokuzuncu ekonomisi oluyor. 2100 yılında ise, dünyanın en büyük on birinci ülkesi haline geliyor. Malum, yalnız Türkiye’nin değil, her ülkenin nüfusu 2100’e kadar sürekli değişiyor. Ben yıllar önce Madeleine Albright’tan Ankara’da dinlemiştim. “Dış politika bir satranç oyununa değil, bilardoya benzer.” demişti. Göçmen politikası da dış politikanın bir nevi parçası esasen. Çin’in nüfusu 2100’e doğru hızla azalırken, Amerika’nınki azalmıyor. Neden? Göçmen politikasından.
Elbette bu veriler bir dizi varsayıma dayanıyor ama hızlı bir kaç sonuç çıkartayım. Birincisi, Türkiye’nin nüfusu yaşlanmaya başladığı ve artık çalışan nüfusun sayısının azalmaya başlayacağı bir sürecin içinde olduğumuz halde, göç alan bir ülke olarak çalışan nüfusun sayısındaki azalmayı sınırlandırarak göreli daha yüksek bir büyüme oranına ulaşabilmesi mümkün görünüyor. Bence bu çalışma öncelikle bu noktanın altını çiziyor bizim için. Hatta bu büyüme oranını çalışanların becerilerini artırarak daha da yükseltebilmek pekâlâ mümkün.
İkincisi, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada, karbon bazlı olmayan bir büyüme sürecine doğru gittiğimiz düşünülürse, iş modelini kaybederek göç veren ülke konumuna doğru ilerleyecek bir sürü ülke görüyorum ben. İran’dan Ermenistan’a, Rusya’dan Filistin’e... Unutmayalım ki; iş modelini kaybedecek şimdinin petrol üreticileri ve onlara bağlı yaşayanlar esasen bizim çevremizde yer alıyor. Ben bu durumun, etrafımızdaki coğrafyanın dönüşümünde Türkiye’ye önemli bir rol yüklediği kanaatindeyim. Yeter ki vaziyetin farkında olalım.
Üçüncüsü, Türkiye’nin kendi bölgesel rolünü daha iyi oynayabilmesi ve küresel mega trendlerden azami ölçekte faydalanabilmesi için artık bir Göçmen Bakanlığı’na ya da Göçmen İdaresi’ne sahip olmasında fayda var bana sorarsanız. Düzenli ve sağlıklı bir göçmen politikası üzerine düşünmeye başlamamız lazım artık. Yeni Suriye sürprizlerine hazırlıklı olmak açısından. Benim gördüğüm, etrafımızda olup biteni ve küresel trendleri yeterince yakından takip etmiyoruz.
Ankara’nın Miki Maus iktisadına takılıp beyhude işlerle zaman kaybettiği bu dönemde; bir an önce, titreyip kendimize dönmekte fayda olduğunu düşündürdü bana, The Lancet’ta Temmuz 2020 itibariyle yayımlanan yeni nüfus projeksiyonları doğrusu. Sizlerle de paylaşmak istedim.
Bu köşe yazısı 26.10.2020 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024