TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
TÜSİAD’ın “Türkiye’nin Fırsat Penceresi: Demografik Dönüşüm ve İzdüşümleri” raporu Ocak 1999 tarihliydi. Bundan yirmi yıl önce memleketin en önemli konularından biri demografik fırsat penceresiydi. Şimdi yirmi yıl sonra artık o pencerenin kapandığından söz etmeye başlamakta, doğrusu ya, biraz geciktik. Arada “Aman bu fırsatı kullanalım.” diye düşünürken fırsatı kaçırdık. Hayat işte böyle. Halbuki tüm alametler ortadaydı.
Bu hafta düzenlemesi çıkan arsa rantı vergisine sonra gelirim, yaşlanan Türkiye’nin önümüze getirdiği tehditlere kimse bakmıyor
Geçen hafta Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2019 yılında Türkiye’de doğumda ortalama yaşam beklentisinin 78,6 yıla yükseldiğini açıkladı. Bir süre önce aynı TÜİK, kadınlarda doğurganlık oranının yine 2019 yılı için 1,88’e gerilediğini de açıklamıştı.
Aslında ben bu hafta, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın arsa rantının vergilenmesi konusundaki yeni düzenlemesinden söz etmek niyetindeydim. Hep sorduğum “Faiz rantı haram da, arsa rantı helal mi?” sorusuna artık resmi bir cevap geldi, arsa rantlarını kamuya aktaran yönetmelik ile. Bu konu, COVID-19 krizinden çıkarken, kamu maliyesini toparlamakta önemli bir işlev görebilir. Ayrıca sanayi politikası açısından da son derece önemli ama sanırım biraz daha bekleyebilir. Birincisi, zaten olumlu, devrim niteliğinde bir adım atıldı. İkincisi, yaşlanan Türkiye’nin önümüze getirdiği tehditlerin daha kimse farkında değilmiş gibi geliyor bana doğrusu. Her neyse, arsa rantı vergisi konusuna bir ara gelirim.
Yaşlanan toplumun iki temel parametresi var. Birincisi, insanların daha uzun süre yaşamaya başlaması, sağlık alanındaki ilerlemelerle türümüzün yaşam beklentisinin uzaması. İkincisi ise kadınlarda doğurganlık oranının azalması. Burada söz konusu olan biyolojik bir hadise değil, tamamen sosyal dönüşümle ilgili esasen.
Ben doğduğumda, 1960’lı yılların başlarında, Türkiye’de doğumda yaşam beklentisi 45 yıldı ve bu süre dünya ortalamasının altındaydı. 2019 yılı itibariyle 78,6 yıla yükseldi ve artık dünya ortalamasının daha üzerinde. 2018 itibariyle dünyada doğumda ortala yaşam beklentisi 72,6’ya ulaştı. Hâlbuki 1960’ta bu süre 52,6 idi.
Türkiye, isteseniz de istemeseniz de Avrupa Birliği’ne yakınsamaya devam ediyor
Kadınlarda doğurganlık oranı açısından bakıldığında ise, 1960’ların başında Türkiye’de bu oran 6,4’tü. Ne demek? Bir kadın ortalama olarak bakıldığında 6,4 doğum yapıyordu yaşamı süresince. Şimdi bu oran 1,88 oldu. 1961’de 6,4 dünya ortalamasının üzerindeydi, şimdi Türkiye dünya ortalamasının altında. Bu oran nüfusun aynı düzeyde kalmasına imkân tanıyan “replacement” oranının da altında. Ne demek? Türkiye normal şartlar altında hiç 100 milyonluk bir ülke olmayacak nüfus projeksiyonlarına göre. Böyle bakarsanız, Türkiye’nin son yirmi yılda Avrupa Birliği’ne hızla yakınsadığını görebilirsiniz. AB ülkelerinde doğurganlık oranı 1,50 civarında 2018 yılı itibariyle.
Yaşlanan toplum demek ne demek? Artan yaşam beklentisi ve düşen doğurganlık oranı ile 65 yaş ve üstü nüfus artarken, beş yaşın altındaki nüfusun artmaması demek esasen. 65 yaşının üstündeki nüfusun sayısındaki değişimin, beş yaş altındaki nüfusun sayısındaki değişimden daha yüksek olmaya başlaması demek. Ortadaki nüfus projeksiyonlarına göre Türkiye 21. yüzyılın ilk çeyreğinde artık yaşlanmaya başladı. Bunun sonucunda da 65 yaş üstü nüfusun toplam nüfus içindeki ağırlığının artmaya başlaması demek.
Amerika’da yüzyılda olan demografik dönüşüm Türkiye’de yirmi yılda tamamlanacak gibi duruyor
Geçenlerde bir raporda, bundan yüzyıl önceki, İspanyol Gribi küresel salgını ile bugünkü COVID-19 küresel salgını arasındaki en önemli farkın 65 yaş üstü nüfusun toplam nüfus içindeki payının artması olduğunu anlatıyordu araştırmacılar. Buna göre, bundan yüzyıl önce Amerika’da 65 yaş üstü grubun toplam nüfus içindeki payı yüzde 8 civarında iken, bugün yüzde 16’ya yükselmiş bu oran. Demek ki, Amerika’da 65 yaş üstü grubun toplam nüfus içindeki payı yüzyılda iki katına yükselmiş.
Peki, Türkiye’de? Bugün itibariyle, 65 yaş üstü nüfusun toplam nüfus içindeki oranı yüzde 8,7 civarında, Birleşmiş Milletler’in nüfus projeksiyonlarına göre, 2040 yılında bu oranın yüzde 16’ya çıkması bekleniyor. Ne kadar zaman? Yaklaşık yirmi yılda. Amerika’da yüzyılda olanın, burada yirmi yıl içinde olması bekleniyor. Bana biraz hızlı gibi geldi doğrusu. Demografik fırsat penceresinden daha nasıl yararlanabiliriz derken sanki fırsatı kaçırmış gibi hissettim kendimi. Malum fırsatların kazası olmaz.
Neydi demografik fırsat penceresi? Türkiye, çalışan nüfusun sayısının artacağı bir döneme giriyordu. Çocukların sayısı fazlaydı. Bu nüfusu iyi eğitebilir ve onlara çağa uygun becerileri kazandırabilirsek, çalışmaya hayatına atıldıklarında daha verimli olabilirlerdi. Ama şimdi çalışan sayısının azalacağı bir yeni döneme doğru hızla gidiyoruz işte. Daha ne yapacağımıza tam karar veremeden, geçmişle ilgili manasız tartışmalarla vaktimizi harcadık. Fırsat gitti.
Yapısal reform olmadan yapısal olarak daha yavaş büyüyeceğimiz, mali disiplinden daha çok bahsedeceğimiz bir döneme hazır mısınız?
Şimdi artık bize daha fazla okul değil, daha fazla yaşlı bakım merkezi gerekiyor. Not edeyim unutmayın. Şimdi artık bize daha fazla bebek bezi değil, yetişkin bezi gerekiyor. Eskiden bunları bir tek Japonya için tartışırdık, şimdi Türkiye için de tartışacağız. Bu yıl Japonya’da yüz yaşını aşanların sayısı 80,000 olmuş. Burada da öyle olacak.
Eskinin emekli olma yaşı artık daha ileriye atılacak, insanlar daha uzun süre sağlıklı bir biçimde toplumsal yaşama nasıl katılır ona bakacağız. Emeklilik sigortası sistemlerini nasıl sürdürülebilir kılacağımızı konuşmaya başlamak zorunda da kalacağız. Artan sağlık harcamaları ve uzaktan sağlık hizmetleri daha çok konuşulur olacak.
Ayrıca yalnızca farklı kuşakların aynı işyerinde nasıl çalışacağını değil, malum artık dedenizle birlikte aynı ofiste çalışıyor olacaksınız, bir de artan kuşaklar arası gelir adaletsizliğini daha yoğun konuşuyor olacağız. Hayata yeni başlayan torunlar, bankaların dedelerine daha kolay ve daha ucuza kredi açmasına bakıp hayıflanacaklar. Bankacılar ise, iki müşterinin kredi tarihçelerinin nasıl farklı olduğunu hepimize bir kere daha hatırlatacaklar. Bankalar tedbirli tacirler olarak, arkasında ne olduğunu bilmedikleri kapıyı açmamakta o vakitte kararlı olacaklar.
Bu arada, Türkiye yapısal olarak daha yavaş büyümeye başlayacak. Ne zaman on beş-yirmi yıla. COVID-19 belası biterken bu başlayacak, dikkatinizi çekeyim. Ne yapacağız? Ya yeni teknolojiler vasıtasıyla bir atılımı bugünden tasarlamak üzere bir büyüme ve reform programı tasarlayacağız ve verimliliği artırmayı hedefleyeceğiz ya da yavaş büyüme ile artan mali dengesizliğe mahkûm olacağız. Bu arada cari işlemler açığının yapısal olarak daha iyi dengelenebileceği bir dönemi de göreceğiz, herkes emeklilik günleri için daha çok tasarruf etmek zorunda da olacak. Bakalım yaşayıp göreceğiz daha neler neler olacak.
Fırsat penceresini nasıl kullanacağız derken artık fırsatı kaçırmış olduğumuzu söylemek isterim. Biz daha nicelikten niteliğe geçemeden zaman bitti. Hayatta böyle değil mi? Hayatı ertelerken, “dur şundan sonra” derken, kuru gürültüye prim verirken, birden bitivermiyor mu? Öyle.
Demem o ki, siz siz olun, bu yapısal reform gündemi meselesini ciddiye alın. Birden fazla küresel yapısal tehdit altında olduğumuzu hiç unutmayın. İklim değişikliğinden pandemiye, yaşlanmadan artan gelir eşitsizliğine… Kalanı boş laf, kuru gürültü.
Bu köşe yazısı 21.09.2020 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024