TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçen Cuma, 24 Ocak’tı. Türk ekonomisinin küresel transformasyonu bundan tam kırk yıl önce 24 Ocak 1980’de başladı. Bugün Türkiye ekonomisi ile ilgili övülecek ne varsa, o gün atılan adımların eseridir. Ben o gün olanların bugün için hala yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Hem rahmetli Demirel ve Özal’ı hayırla anayım hem de aklınızda kalsın diye o dönemi hatırlatayım. “Şimdi buradan nereye?” diye yol belirlerken bir faydası olur diye düşünüyorum doğrusu.
Dış dünyanın parçası olmak, zenginleşmek demektir
1980’lerin başında Türkiye’de kişi başına milli gelir 1.500 dolar civarındaydı. Sonra 2008 yılında 10 bin dolara ulaştı Türkiye’nin kişi başına milli geliri ve oraya takıldık kaldık aslında on iki yıldır. İç siyasi itişmeler bize hiç iyi gelmedi. Önce Ergenekon, sonra Balyoz diye başlayıp, iktidar bloku içi çatışmaya dönüşen süreç, Türkiye’nin zenginleşme iştahını kesti. 2018’de en son 9.300 dolar kişi başına milli gelir ile bir nevi, 2007 yılına döndük. Ama olsun, 24 Ocak’ta başlayan iktisadi dönüşüm süreci, Anadolu’nun zenginleşmesi açısından bakarsanız, bize iyi geldi.
Neler öğrendik bu süreç içerisinde? Öncelikle, Türkiye, sınırlarının içine kapanarak değil, dışa açılarak zenginleşebileceğini öğrendi. Türkiye gibi tasarruf açığı olan bir ülke, 24 Ocak süreciyle birlikte “döviz kazandırıcı” işlemlere odaklandı. İhracattır. Turizmdir. Çatladı, patladı ama bunların hepsini biz 1980’den sonra öğrendik. Başarılı da olduk. Ne zaman iç pazar tıkansa, millet artan işleyiş, kesifleşen belirsizlik ortamı ile tüketimi kesmek zorunda kalsa ağlamaya değil, dışarıdan sipariş bulmaya odaklandık. 2018 ve 2019’da da aynısı oldu, hatırlatayım.
İkinci olarak, 24 Ocak ile başlayan iktisadi dönüşüm sürecinde, devletin piyasada fiyat oluşum sürecine karışmamasının zararlı değil, faydalı olduğunu yaşayarak öğrendik. Devletin kapalı kapılar ardında kendi kendine fiyat belirlemesi, esasen bal tutanın parmağını yalamasına imkan sağlarken, fiyatların piyasada serbestçe belirlenmesi, milletin hep birlikte zenginleşmesine imkan sağladı.
Üçüncü olarak ise, 24 Ocak ile başlayan süreç, soğuk savaş biter ve memleketin arsa değeri azalırken, yeni duruma intibak imkanını getirdi Türkiye’ye. Fena olmadı, doğrusu. Eskinin devletten devlete fon akımları yerini piyasa tabanlı uluslararası fon akımlarına bırakırken, Türkiye, finansal liberalizasyon politikaları ile bu yeni ortama intibak eden öncü gelişmekte olan ülkelerden biri oldu.
Peki, şimdi dünya değişti mi?
Dün, dış dünyanın parçası olmak, zenginleşme demekti. Peki, şimdi bu durum değişti mi? Hayır. Türkiye açısından bakarsanız, ortada değişen bir durum yok. Tasarruf açığı olan, dışa açık ve küçük bir ekonomi Türkiye ekonomisi.
Türkiye gibi nüfusu, dolayısıyla, iç pazarı, sınırlı bir ülkenin büyük nüfusa sahip ülkeler gibi kendi içine kapanma lüksü yok. Biz, dünya ekonomisinin gidişatını etkileyebilecek büyüklüğe sahip değiliz ama dünyada olup bitenler bizi doğrudan etkileyebiliyor bu arada.
Ben bu açıdan baktığımda, 24 Ocak sürecinde, Özal reformları ile öğrendiklerimizin, bugün hala geçerli olduğu kanaatindeyim doğrusu.
Kamunun fiyat oluşum sürecine şeffaf olmayan müdahaleleri yanlıştır
Peki, bu son dönemde, 24 Ocak’ın kazanımlarından uzaklaşıyor muyuz? Evet. Ben bunun özellikle kamunun fiyat oluşum sürecine, kaynak dağılım sürecine şeffaf olmayan müdahalelerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu tür şeffaf olmayan müdahaleler, sonuçta, memleketin risk primini yüksekte tutuyor ve esasen, attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değmiyor ama yine de oluyor işte. İsteyen CDS risk primleri tablosunun güncellenmiş haline yine bakabilir.
Ne olduğuna ilişkin en güzel örneklerden birini de iç borçlanma süreci veriyor bana sorarsanız. İkinci grafik, 2018’de merkez bankalarının bilanço küçültme operasyonuna hazırlıksız yakalandığımız için başımıza gelen kur krizinde, iç borçlanma maliyeti artarken, iç borçlanma vadesinin nasıl kısaldığını gösteriyor. Nedir? Türkiye’nin artan riski, içeride Hazine’ye borç verenlerin, 2018’de Hazine’yi ancak kısalan vade ve artan faizle finanse etmeye devam ettiklerini pek güzel gösteriyor.
Burada iç borçlanma maliyetinin artışı aslında sınırlı kaldı. Neden? Hazine son dönemde iç borçlanmasını da dolar cinsinden yaptığı için elbette. Türkler, yalnızca banka mevduatını değil, Hazine bonosunu da Türk Lirası değil, Amerikan doları cinsinden tercih etmeye başladılar. Sonuçta, Hazine toplam iç borcunda yabancı para iç borçlanmanın payı 2007’deki seviyeye geri döndü. Neden? Borçlanma maliyeti “şimdilik” azalsın diye elbette.
Şimdi buradan nereye gidilir? Doğrusu ben bundan sonra “şimdilik” atılan adımlarla vaziyeti idare etmemek gerektiğini düşünüyorum. “Şimdilik” attığımız adımlarla, ekonominin fay hatlarında fazladan enerji biriktiriyormuşuz gibi geliyor bana doğrusu. Hoşlanmıyorum.
Bu köşe yazısı 27.01.2020 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024