TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Veba dendiği zaman çoğumuzun aklına Avrupa’da yaşanan büyük salgınlar ve “kara ölüm” başlıkları gelir. Oysaki Osmanlı İmparatorluğu da uzun yıllar bu hastalıkla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Nükhet Varlık’ın “Akdeniz Dünyasında ve Osmanlılarda Veba” kitabı bu açıdan oldukça ilginç belgeler sunuyor. Veba, yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştu. Karanlık ve pis yerlerde türeyen veba mikrobu bitler ve fareler aracılığıyla insanlara bulaşıyordu.
Osmanlı Devleti’nde mikroba ilk olarak 1778 yılının ocak ayında İstanbul Galata’da rastlanmıştı. Bahar ve yaz mevsimleriyle birlikte de hastalık gittikçe yayılmıştı. Hastalığın ticaret gemilerindeki fare ve bitlerden yayıldığı öğrenildiği için gemilerden uzak durulmaya başlandı. Askerî seferler durduruldu, ticari, askerî ve sosyal hayat işlemez oldu. O kadar çok sağlıklı, genç insan kaybettik ki vebadan; şiirlere, türkülere bile konu oldu: "Gitti koçyiğitler ağlar anası/İş Mevlâ’dan geldi, nedir çaresi/Sağ u sol yanında veba yarası/Kudret hançerini vurdu bu sene…"
Bugün veba insanlığı tehdit eden bir hastalık değil, erken teşhiste tedavi edilebiliyor hem de hayvanlarda yayılımı önlemek için aşısı var. Vebaya karşı en büyük direnç temizliğe ve hijyene dikkat etmekle kazanıldı. İnsanlık geçmiş açılardan ders çıkardıkça hastalıklarla mücadele etmeyi öğreniyor. Ama tahmin edebileceğiniz gibi ben size ne bedenimizi tehdit eden hastalıklardan ne de fiziksel bir veba salgınından bahsedeceğim. Başlıktan da anlaşılacağı gibi bugün neden veba olmuyoruz, derken kastettiğim fiziksel bedenimizle ilgili bir salgın değil…
İsterseniz önce bu sıralar çokça konuştuğumuz dinî sosyolojimizdeki ve dindarlık biçimlerimizdeki değişimden başlayalım. Gençlerde namaz kılma oranlarının azaldığından tutun da, mütedeyyin insanların hayat tarzlarına kadar sosyal medyada her gün bir eleştiri ile karşılaşıyoruz. Ben de birkaç yazımda değindiğim gibi sorun olmadığını biliyorum. Dindarlığın görünümlerinin değiştiğinin de farkındayım. Bunu 2005 yılından itibaren yazan biri olarak bu değişimin yalnızca Türkiye’yi değil tüm dünyayı etkileyen genel bir trend olduğunun da farkındayım.
Anlayacağınız yalnız Türkiye’de camilere giden sayısı azalmıyor, Amerika gibi dindar ülkelerde de kiliselere gidenlerin sayısı azalıyor. Yine dikkat çektiğim gibi dinî pratiklerimizdeki azalmalar dinî inançların azaldığı anlamına gelmiyor. Din artık daha bireysel yaşanıyor, kiliseler, camiler, cemaatler veya dinî gruplar eskisi gibi karşılık bulmuyor.
Peki kilise veya camilerden, dinî topluluklar içinde yaşamaktan uzaklaşan bireyler nereye gidiyor? Birazcık kafamızı kaldırıp dünyayı anlamaya çalışırsak, kurumsal dinlerin azalırken hızlı bir şekilde aşırılığın arttığını görüyoruz. Batı dünyasından tutun da Hindistan’a Çin’e kadar ırkçılık hızla artıyor. Yalnızca beyaz faşizm değil sarı ırkların faşizmi de yükseliyor. Dünyanın en pasifist dinleri kabul edilen Hindu ve Budistlerde ırkçılık o kadar arttı ki Müslümanların evleri yakılıyor, masum kadın ve çocuklar vahşice katlediliyor. Narendra Modi, 2014’te Hindistan’da aşırı sağcı Janata Partisi’nin (BJP’nin) başına geçtikten sonra “Hindistan Hindularındır” sloganı her yerde duyulmaya başlandı.
Dindarlık azalırken dinler etno-dini kimliklere doğru evriliyor. Sadece İslam dünyasında değil artık Batı’da ve Doğu’da da aynı şiddet dalgası ile karşı karşıyayız. Dine inananlar kendilerine daha sağlıklı limanlar mı bulacak yoksa aşırı akımların kucağına mı düşecek bunu şimdiden kestirmek çok zor.
Ama etnik, mezhebî kimlikler de artık dinî inançlarla birleşerek daha sert çatışmalara konu olabiliyor. En yankımızda Suriye ve Irak’ta yaşanan çatışmalar bunu gösteriyor. İran Şiası ve Selefîlik arasında çatışmalar din üzerinden meşrulaştırılıyor. DEAŞ ve El-Kaide gibi terör örgütleri İslam dünyasında derin dinî çatışmalar oluşturuyor ve izler bırakıyor. Dünyada bunlar olurken biz Türkiye’de dindarlığın biçimlerini tartışıyoruz. Gerçekten bu size ilginç gelmiyor mu? Belki hiç buradan bakmadınız olaylara ve inanın karşılaştığım Batılı uzmanlara bu çok ilginç geliyor.
Daha açık ifadeyle hemen hemen her toplantıda karşılaştığım soru şu: Tüm dünyada dinî, mezhebî çatışmalar artıyor. Faşizm yükseliyor. Türkiye Suriye ile 911 km gibi oldukça uzun bir sınıra sahip. Avrupa’dan DEAŞ katılım oldukça yüksek oldu. Sayılar farklı olsa bile on binin üzerinde insanın geldiği tahmin ediliyor. Türkiye ile Suriye iç savaşı arasında bu kadar yakınlık ve demografik geçişgenlik olmasına rağmen hem katılımın az olması hem de içeride dinî, mezhebî veya etnik çatışmaların olmamasını nasıl açıklarsınız?
Sizce de bu soru önemli değil mi? 40 yıla yakındır etnik bir terör örgütü ile mücadele ediyoruz. 7-8 yıldır da Suriye iç savaşının sıcak etkisi altındayız. Alevi’sinden Caferi’sine, Süryani’sinden Sünni’sine kadar birçok dinî kimliği içimizde barındırıyoruz. Ve buna rağmen ‘veba’ olmuyoruz. Yani grip, nezle oluyoruz. Sorunlarımız var, bazen ağır hasta da olabiliriz ama sonuçta bu bir veba salgınına dönüşmüyor. Hem yapılan araştırmalarda hem de kendi yaptığım saha araştırmalarımda çok rahat görüyorum ki Türk toplumu farklılıklara karşı oldukça hoşgörülü, dışlayıcı değil. Muhtaç olan Hristiyan’a sadaka da veririm diyor, Alevi, Caferi komşudan da rahatsızlık duymuyor. En azından toplumun büyük çoğunluğu bu makul çizgisini koruyor. Neden dersiniz?
Biz araştırmalarımızda insanların neden yalnızca aşırı ideolojilere doğru eğilim duyduğunu, onları bu ideolojilere doğru iten ve çeken etkileri araştırmıyoruz. Aynı zamanda bu aşırı ideolojilere mesafe koyan insanların neden bu ideolojilere mesafeli olduğunu da anlamaya çalışıyoruz. Yani aşırılığa karşı bu toplumdaki aşının özelliklerini de ve onu neyin aşındırdığını da anlamaya çalışıyoruz.
Türk toplumu dindarlık pratikleri konusunda farklı olabilir ama büyük bir çoğunluğu ister seküler ister milliyetçi olsun muhafazakâr bir toplumuz. Burada muhafazakârlığı dindarlık anlamında değil sosyolojik olarak kullanıyorum. Yani geleneksel değerlere bağlı, dinî sembollere ve simgelere; yerine getirip getirmese de değer veriyor. Aynı zamanda “mezhebin nedir?” dediğinizde gerçek anlamını bilsin ya da bilmesin birazcık dinî bilgisi varsa toplumun ana merkezi kendisini Hanefi olarak isimlendiriyor. Anlayacağınız bu coğrafyada Hanefilik dipten akan bir nehir gibi hâlâ anlamını koruyor...
Türkler İslam ile ilk tanıştığı günden beri Hanefilik bizim dinî dünyamızı belirleyen ana akım olmuş. Fakat burada Hanefilik bizim için sadece fıkhi yani dinî pratikleri belirleyen bir ekol olmamıştır. Hanefilik aynı zamanda bizim inanç-itikat dünyamızı da şekillendirmiştir. Yanlış anlaşılmasın Şafiilik de, Eş’arilikle birlikte bu itikadi ilkeleri benimsemiştir.
Anadolu’dan Balkanlara kadar her yazma kütüphanede Ebu Hanife’nin inanç-itikat konusunda yazdığı küçük risalelerin (Fıkhu’l-Ekber, el-Âlim ve’l-Müteallim ve Vasiyye en meşhurları) bir örneğini veya şerhini bulabilirsiniz. Maalesef Selçuklular, Osmanlılar Matüridi değildi diyen ilahiyatçılarımızın ihmal ettiği en önemli konu budur.
Bu milletler yüzyıllardır Ebu Hanife’nin eserleriyle imanını öğrenmiştir. Öyle ki, Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Makâlât’ından Kaygusuz Abdal’ın Menâkibnâmesi’ne kadar birçok eser Ebu Hanife’nin çizgisinde devam etmiştir. Bu çizgi 1980’lere kadar varlığını korumuştur. Bunun delillerinden birisi de 1952 İlim Yayma Cemiyeti Başkanı Avukat Seniyüddin Başak’ın Fıkh-ı Ekber’i çevirip gelirini İmam Hatip’e bağışlanması ve bu kitabı İmam Hatip öğrencilerinin okuması için baş kaynak yapmasıdır.
Hanefilik bu coğrafyaya birçok şey bırakmamıştır ama burada iki özelliğinin ‘veba’ olmamamızda etkili olduğunu düşünüyorum. Birincisi ve en önemlisi Tekfirciliğe kapıyı kapamıştır. Yukarıda bahsettiğim küçük risalelerle beslenen hiçbir toplum tekfirci olmaz. Farklılıklarımız, dinî pratiklerimizdeki eksikliklerimiz bizi günahkâr yapsa da asla kâfir yapmaz. Mevlâ’nın kapısı her zaman biz günahkâr kullarına açıktır. Anadolu’da her insanımızın sofrası inancına, mezhebine, ırkına bakmadan herkese açıktır. Biz duvarı yıkılan bir kiliseyi de onarmaktan, yolda kalmış bir Hıristiyan’a, Yahudi’ye de yardım etmekten uzak durmayız.
İkincisi ve en önemlisi ise, Hanefiliğin en büyük siyaseti biz her zaman kaosa, kargaşaya, savaşa karşı düzeni önemseriz. Çoğu kez bu otoriteye mutlak itaat ve siyasi pasifizm olarak görülür. Oysa bunla hiç alakası yoktur. Bizim derdimiz düzen-nizam kurmaktır, yıkmak değil. Hanefilik bir şehirli mezhebi olduğu için İbni Haldun’un deyişiyle bedevi bozgunculuğa asla tahammül etmez. Nizamdan muradımız “düzen kuruculuk”tur. Yani bize yabancı, uzak ve dahi bizden gayrı değildir. Biz bulunduğumuz yerde tüm farklılıkları bir araya getirmekten, onları bir nizama sokmaktan geri duramayız. Tarihî serüvenimizde taş üstüne koyduğumuz her taşta muhakkak etkisi olan ve onsuz kendimize benzemediğimiz bir nizam fikridir. Bu yüzden de ne İran’a ne Suriye’ye ne de Afganistan’a benziyoruz. Türk ve İslam bu topraklarda birlikte var olduğu sürece bu iki ilkenin varlığı da devam edecektir…
Bu köşe yazısı 14.12.2019 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
25/12/2024
Güven Sak, Dr.
24/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
23/12/2024
Selin Arslanhan
23/12/2024
Burcu Aydın, Dr.
21/12/2024