TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Mezhepsizliğin Türkiye için yalnızca dinî bir mesele olmadığını düşünüyorum. Hatta bu meselenin bir güvenlik riskine dönüştüğünden bile bahsedebiliriz. Belki çoğunuz tam aksine mezheplerin, çatışmaların ana dinamiklerinden biri olduğunu düşünüyorsunuzdur. Haksız da sayılmazsınız. İnternette mezhep kelimesi ile savaş kelimesini yan yana yazdığınızda yüzlerce köşe yazısı çıkıyor karşınıza. Özellikle Suriye ve DEAŞ ile birlikte bu kavramları daha sık yan yana görür olduk. Basında, medyada toplumsal barış adına sürekli mezhep taassubundan, mezhep savaşlarından bahsediliyor.
Öyle ki siyasi, ideolojik veya hayat tarzı olarak birbirine uzak olan çevrelerin bile mezhebin kötü bir şey olduğu konusunda ortak bir konsensüs içinde olduğunu söyleyebiliriz. Milliyetçi, solcu, 'İslamcı', ulusalcı kesimlerle yan yana geldiğimde hemen hemen herkes -karşısındakinin bir İlahiyatçı olduğunu anlayınca- hemen söze ''Hocam İslam’da mezhep var mı? Nereden çıktı bu mezhepler?'' diye söze başlıyor. Hiçbir şeyde uzlaşamayan toplumun farklı kesimleri mezhepsizlik konusunda tam bir uyum içinde olması, ilginç değil mi?
Ben ise tam tersi bir iddiada bulunuyorum. Mezheplerin olmadığı bir dünyanın daha kolay kaosa sürüklendiğini söylüyorum. Biraz daha ileri giderek bölgede merkez bir ülke olma iddiasını taşıyan Türkiye için mezhepsizliğin ciddi bir güvenlik riski taşıdığını düşünüyorum. İşimin oldukça zor olduğunu biliyorum. Zira bazen algılarımız gerçekliğin önüne geçer. Ve Einstein'ın dediği gibi: “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur…”
Kendinizi 19. Yüzyıl İstanbul’unda hayal etseniz, Boğaz'ın üç yanına serpilmiş Yenikapı, Galata veya Üsküdar Mevlevihanelerin birine takılan bir şair, yazar olsanız. Veya orta sınıf bir tüccar olarak Fatma Sultan Camii’ne giden bir Nakşi olsanız. Yahut da kendinizi Bektaşilere yakın görseniz, size mezhebiniz sorulsa büyük bir ihtimalle Hanefi/Matüridi olduğunuzu söyleyecektiniz. Bugün birbirine uzak mesafede olan geleneklerin Osmanlı toplumunda inanç/itikad alanında ortak bir kümede buluştuğunu düşünmek çok zor olabilir. Çünkü bugün birçok şeyi hatırlamakta zorluk çekiyoruz;
Hazreti Mevla’nın iyi bir Hanefi eğitim aldığını,
Gümüşhanevi hazretlerinin çok koyu bir Hanefi/Matüridi olduğunu,
Bektaşilerin ayin’i cem’de “Bismillâh, bel Millete hanefiyyen” diyerek kendilerini Hanefilere nispet ettiklerini hatırlamıyoruz.
Neden mi? İşte muhtemelen hem bu gelenekler arasındaki mesafenin açılmasından hem de bunların ortak kümesi olan yani Hanefi/Matüridi geleneğin Cumhuriyet dönemi Müslümanlığında unutulmasından.
Bu sürecin doğru anlaşılması adına biraz geriye gitmekte fayda var. İslam’da mezheplere gerek olmadığı, mezheplerin dinde yerinin olmadığı, Kur’ân ve Hadisler gibi sahih kaynaklar varken kişisel görüşlere başvurmamızın yanlış olduğu iddiası en güçlü ve etkili biçimde Osmanlıya isyan eden Vehhabiler tarafından dile getirildi. Muhammed bin Abdülvehhab ve Suud ailesinin güç birliği ile büyük bir isyana dönüşen Vehhabilik, siyasi olduğu kadar teolojik olarak da İslam dünyasını etkiledi. Osmanlıyı müşrik bir toplum gören bu anlayış İslam’ı saflaştırmak adına yaşanan tüm tecrübeyi batıl, bid’at ilan etti. Osmanlı’daki Jön Türkler aydınlanma adına gelenekten kurtulmaya çalışırken İslam dünyasında Vehhabilikten etkilenen Selefi hareketler de İslam’ı saflaştırmak, otantik ilk İslam’a dönmek adına geleneği tasfiye etme kararı aldılar.
Böylece 20. Yüzyılın başlarından itibaren önce Vehhabilikle birlikte başlayan mezhep düşmanlığı akabinde entelektüel bir kurtuluş reçetesi olarak sunulmaya başlandı. İslam’ın geri kalmasının gerekçesi olarak gösterilen mezhepler, İslam'ı canlanma adına kurban edildi. Entelektüel selefiliğin önemli temsilcilerinden biri olan Reşid Rıza’nın mezheplerin birleştirilmesi (telfikı) projesi bu bağlamda zikredilebilir. Mısır, Suriye, Irak ve Hindistan gibi bölgelerde İslam’ı canlanma, ihya ve ıslah hareketleri arasında Kur’ân ve Hadis Müslümanlığı yayılmaya başladı. Şöyle ya da böyle 20. Yüzyıldan itibaren doğan İslami hareketlerin büyük çoğunluğu mezheplerden kurtulmayı bir çare olarak gördüler. Bu yüzden bunların elinde oluşan literatürde özellikle inanç alanında Eş’ari ya da Matüridilikten bahsedildiğini görmek çok zordur.
Cumhuriyet döneminin başlangıç yıllarında hem Cumhuriyeti kuran irade hem de Osmanlı’dan Cumhuriyet devreden ulema arasında Anadolu’da mayalanan Hanefi/Matüridi gelenek, hem Vehhabilerin tezlerine hem de entelektüel selefiliğin iddialarına çok sıcak bakmadı. İslam’ın farklı coğrafyalarında İslami hareketlerde görülen mezheplerin tasfiyesinin etkileri bizde 1970’lerden itibaren görülmeye başlandı. Özellikle 1980 askerî darbesiyle birlikte din eğitiminde, mezhepler üstü din eğitim modeline geçilmesi, bir yandan da İran devrimi ve Afganistan savaşı ile birlikte içeride esen ideolojik selefilik bu ortak kümenin buharlaşmasında etkili oldu. Bazen Müslüman toplumlarının gerilemesinin nedeni olarak, bazen özgür düşünceye ket vurduğu iddia edilerek bazen de tevhid Müslümanlığına aykırı olduğu için mezhepler ''günah keçisi'' ilan edildi.
Ama hepsinin istediği aslında geleneğin yükünden kurtulmaktı. Geleneğin yükünden kurtularak ileriye doğru istedikleri projeyi daha kolay gerçekleştireceklerini düşünmüşlerdi muhtemelen. İster seküler modern, ister 'siyasal İslamcı' ister ise radikal selefi ideolojiler olsun hepsi de kendi dünyalarını inşa etmek için gelenekten ve mezhep sistematiğinden kurtulmak zorundaydı. Çünkü mezhepler aslında bilginin üretilmesi, test edilmesi ve toplumsallaşması için kurgulanmış sistematik çerçevelerdi. Hukemâ “usulsüz vusul” olmaz derdi. Yöntemsiz, metodolojisiz bilgi olmaz. Sistemli bilgi elde etmek için bir yöntem ve metodolojiyi takip etmek zorundasınızdır. Ama aynı zamanda yöntem sizin büyük sıçramalar yapmanızı, metnin söylemediğini söyletmenizi de engeller. Bu açıdan “yönteme hayır” ile ''mezheplere gerek yoktur'' aynı şeydir aslında.
Vehhabi/Selefiliğin mezheplere karşı ön yargısının nedeni İslam’ın ilk asırlarına geri dönmek değildir. Aksine İslam’ı kendi dar, lafızcı dünya görüşenlerinin duvarlarına hapsetmektir. İslam’ın ideolojileştirilmesinin ve araçsallaştırılmasının yolu “yönteme hayır”dan geçer. Doktorlara kızıp tüm tıbbı inkâr edip, kendi ilacını kendi yapacağını iddia eden şifacı gibi, her şeye sıfırdan başlamak mümkün müdür? Mümkün olmasa bile sizinle geçmiş arasındaki tüm bağı koparmış olur. İşte gerek sol gerek sağ gerek ise 'İslamcılar'ın mezheplere olan mesafesi de bizim gelenekle olan tüm bağlarımızı kopardı. Nesillerin ortak okuduğu kitaplar olmadıkça kolektif bir hafıza inşa edilemez. TEPAV’ın daha önce bahsettiğim anketinin gösterdiği gibi Türkiye’de merkez dindarlıkta büyük bir boşluk gözüküyor.
Anadolu’da İslami anlayışın oluşumunda katkı sağlayan geleneklerin ortak kümesi olan Hanefi/Matüridilik ile her kesimin uzaklık mesafesi aynı gibi. Merkez boşaldıkça merkezi ister radikal, ister entelektüel isterse seküler olsun sonuçta hepsi aynı kapıya çıkacak olan Selefi ideolojiler dolduruyor. Bugün Ulusalcısı, Milliyetçisi veya İslamcısının mezhepsizlikte birleşmesi de bunu gösteriyor. Böylece onların çevreye doğru savurulmasına engel olacak hiçbir ortak temas noktası kalmıyor. Bu boşluk özellikle radikal ve batınî akımlar için bulunmaz bir fırsat sunuyor. Radikalleşme çalışmaları gösteriyor ki, kendini bir geleneğe ait görmeyen bireyler daha hızlı radikalleşiyor. Geleneğin taşıyıcı bilgi cemaatleri olan mezheplerin yok olması Türkiye gibi toplumlarda gençleri Selefizm Batınizm ve Deizm üçgenine savuruyor.
Bugünün İstanbul’unda bir Mevlevi, bir Bektaşi bir Nakşi karşı karşıya gelse, üçünün inanç/itikat alanında ortak bir dünyayı paylaşmaları mümkün gözükür mü dersiniz? Toplumun farklı kesimlerinin hem birbirine yabancılaşmasını engellemek hem de dışarıdan esecek farklı inançlara karşı bizi “biz” yapacak ortak bir inanç atlası inşa etmemiz gerekiyorsa, mezhepsizliği bir tehdit olarak algılamamız ve üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Toplumda mezhepsizlik arttıkça birbirimize karşı daha hoşgörülü olmuyoruz. Aksine cehaletten kaynaklanan taassuplarımız artıyor. Oysa “Ehli kıble tekfir edilemez” yani Müslüman olduğunu beyan ve ikrar eden bir kimsenin kâfir olduğu asla söylenemez ilkesine o kadar ihtiyacımız var ki. Şimdi kaybettiklerimizi hatırlama zamanı...
Bu köşe yazısı 26.01.2018 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
16/11/2024