TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
2017 yılının kötü sürprizi Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, iyi sürprizi ise Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron oldu. Bu, tespitimden kaynaklanan bir önyargı mı bilemiyorum. Ancak ben bugünlerde nereye baksam Fransa görüyorum. Hem de hep pozitif bir biçimde ve öncü bir rolde. Üstelik hiç sözünü de sakınmıyor doğrusu. Fransızlar için iyi bir durum. Türklerin iyice bakıp, nerede yanlış yapıyoruz diye düşünmesi lazım.
Fransa’yı hep pozitif öncü bir rolde görüyor olmamızın, elbette, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un yaptığı açıklamaların son derece makul ve yapıcı olması ile doğrudan alakası var. Bakın etrafınıza son günlerde her küresel hadisede Fransa makulü, dışlayıcı değil kapsayıcı olanı temsil ediyor. Kudüs meselesinde, İran hadisesinde. En son Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, tüm eleştirileri göğüsleyerek, Paris’te ağırladı ve bana sorarsanız sözlerinin arkasında duracak cesarete de sahip olduğunu gösterdi. Uzun bir süredir Avrupa’da hiçbir liderin gösteremediği cesareti göstererek, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında olası bir angajman sürecinin ilk adımını attı. İyi yaptı. Gerisinin gelip gelmeyeceği artık Türkiye’ye de bağlı. Ben fırsatların kazası olmaz diye hatırlatayım yalnızca.
2017 yılının Aralık ayında içlerinde Thomas Piketty’nin de olduğu bir grup araştırmacı Dünya Eşitsizlik Raporu 2018’i yayımladılar. Rapor aslında Paris Ekonomi Okulu (Paris School of Economics) bünyesinde kurulan Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı (World Inequality Lab-WID)’nın ana projesi konumunda. Öyle anlaşılıyor ki, Fransa, artık küresel temel meselelerde de düşünsel önderliği ele alıyor. Şimdi bir grup Fransız iktisatçının öncülüğünde giderek artan sayıda ülkeyi kapsayan genel bir gelir ve servet eşitsizliği veri tabanının oluşturulması, üzerinde düşünmemiz gereken bir dizi meseleyi ortaya koyuyor.
Bugün ben size gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin esasen mülkiyet kaynaklı olduğunu anlatmayacağım. Kamu mülkiyetinden özel mülkiyete doğru kaynak aktarırken, gelir ve servet dağılımı eşitsizliğini artırdığımıza, vergi politikalarının dengesizlikleri artırma kabiliyetine filan da değinmeyeceğim. Konunun özgürlükçü olmayan demokrasilerle (illiberal democracies) ve uluslararası göç ile yakın alakasına da girmeyeceğim. Yalnızca başlarken küresel gündemin en önemli meselelerinden biri olduğunun altını çizeyim istedim. Bugün ben veri setinin Türkiye ile ilgili kısmına bakarken, gördüğüm bir düzenliliği ele almak istiyorum. Sizleri Türkiye açısından 2007 yılının kerameti konusunda düşünmeye davet ediyorum. Neden?
Dünya Eşitsizlik Raporu 2018’e göre, Türkiye’de en üstteki yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay 1994’te yüzde 28,3 iken 2016 yılında yüzde 23,4’e geriliyor. Buradan 3 tespit yapmak istiyorum.
Önce şuradan başlayayım. En üstteki yüzde 1, Amerika Birleşik Devletleri’nde milli gelirin yüzde 19,6’sını alıyor. Fransa’da ise milli gelirin yüzde 11,1’ini alıyor. Orta Doğu ülkelerinde ise milli gelirin yüzde 26,4’ünü alıyor. Türkiye, böyle bakıldığında, ABD ve Fransa’ya değil, Orta Doğu’ya daha yakın duruyor. Bu ilk nokta.
İkincisi, Türkiye’de 1994-2016 arasında nüfusun en müreffeh, en üstteki yüzde 1’inin milli gelirden aldığı pay azalıyor. Aynı dönemde, en alttaki yüzde 50’nin, Türkiye’de milli gelirden aldığı pay, yüzde 7,9’dan yüzde 14,6’ya yükseliyor. Ne oluyor. En tepedeki yüzde 1’in toplam gelirden aldığı pay azalırken, en aşağıdaki yüzde 50’nin toplam gelirden aldığı pay iki katına artıyor. Bu ilk bakışta sevindirici bir gelişme ama daha yakından bakarsanız, bir başka düzenlilik fark ediyorsunuz. Bu da beni bu rakamlara bakarken gördüğüm üçüncü tespitime getiriyor.
Üçüncüsü, Türkiye’de en üstteki yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay aslında 2007’den beri yeniden artmaya başlamış görünüyor. 1994’ten 2007’ye istisnasız sürekli azalan en üstteki yüzde 1’in gelir payı, 2007’de kırılıyor bir tek. Sanki ortaya dikkat etmemiz gereken bir eğilim çıkıyor 2007 yılından itibaren. Ne oluyor? En üstteki yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay 1994 yılında yüzde 28,3 iken, 2007 yılında yüzde 17,4’e geriliyor. Ne oluyor? Türkiye’nin kişi başına milli geliri Avrupa Birliği’ndeki kişi başına milli gelire hızla yakınsarken, Türkiye, eğer en üstteki yüzde 1’in toplam gelirden aldığı pay ile gelir dağılımı eşitsizliğine bakarsanız, Orta Doğu ülkelerinden ayrılıp, medeni ülkelere doğru yaklaşıyor.
Aynı 2007 kırılması, en alttaki yüzde 50 için de geçerli. 1994’te yüzde 7,9 olan milli gelirden aldıkları pay, 2007’de yüzde 16,3’e ulaşıyor. Bir nevi, ilk yüzde 1’in payına erişiyorlar. Sonra en alttaki yüzde 50’nin payı yüzde 14,6’ya geriliyor. Bana inanmıyorsanız, siz de bir bakın: (http://wid.world/country/turkey/)
Sanki 2007 yılında bir şey oluyor. Önce yavaş, 2013’den sonra ise hızlı bir biçimde en üstteki yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay yeniden eski seviyesine doğru artmaya başlıyor. Aynı biçimde en alttaki yüzde 50’nin kazanımları da azalmaya başlıyor. Orta gelirliler ise yan yan ilerlemeye başlıyor. Bir şey oluyor.
Şimdi ben de size soruyorum: Nedir 2007 yılının kerameti? 2007 yılı yeni teknolojilerin dünyayı sarmaya başladığı yıldı hatırlatırım. Steve Jobs hepimize ilk iPhone’u o yıl tanıtmıştı. Cep telefonunun ötesine o yıl geçmiştik. Her işimizi cebimizden halletmeye o yıl başladık. Ama ben başka ülkelere de baktım. Bu 2007 yılı kırılması sanki bir tek biz de varmış gibi duruyor.
Neydi 2007 yılı? 2007 yılı Cumhurbaşkanı Sezer’in görev süresinin sonuydu hatırlatayım. Türkiye’nin o günlerde de asla özgürlükçü olmayan demokrasisinde, yine asla özgürlükçü olmayan denge ve denetleme sistemi o yıl itibariyle devre dışına çıktı. O tarihten itibaren ekonomi ve Avrupa Birliği süreci gündemden çıktı, Türkiye bir siyasi hesaplaşma dönemine girdi. 2007 yılı itibariyle Türkiye ortak heyecanını kaybetti. Bunda Avrupalı ortaklarımızın da yoğun bir katkısı var, onu da not edeyim.
Hatırlayın. Süreç önce, manasız bir prosedürel tartışma ile başladı. Yeni cumhurbaşkanını seçmek için hiç bilmediğimiz kurallar icat edilmeye çalışıldı. Olmadı. Gündeme iktidar partisini kapatma davası geldi. Derken bir karşı atak olarak, 2008 ve sonra 2009’da Ergenekon ve Balyoz siyasi davaları ile siyasi hesaplaşma derinleşti. Türkiye’yi 2016 hain darbe teşebbüsüne o davalar getirdi. Fetullahçı generaller sonuçta gökten zembille inmedi. Sonra 2011 civarında, iktidar bloku çatladı. Siyasi hesaplaşma sürecinin rengi hızla değişti. O günden beri rahat yüzü görmedik.
2007’den 2017’ye bir şey hiç değişmedi: Siyasi hesaplaşma hep ekonominin önünde oldu. Avrupa Birliği üyelik sürecinin üzeri hem onların hem bizim çabalarımızla örtüldü. Konu gündemin dışına çıktı.
Şimdi bu rakamlar bana, iyi bir değerlendirme fırsatı yapma imkânı veriyor gibi geldi. Türkiye’nin geçmişte kalan o ortak hedefe, ortak neşeye ve ortak coşkuya ihtiyacı var. Bilmem siz ne dersiniz?
Bu köşe yazısı 08.01.2018 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024