TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
İnsanlar ikiye ayrılır: Yapabilenler ve yapamayanlar. Yapabilenler, yapma azmini hiç kaybetmeden, yeniden ve yeniden deneyenlerdir. Yapamayanlar ise verilen şartlardan şikâyet etmekle yetinip, sürekli konuşanlardır.
Ben o hissi ilk “Marslı” filmini izlediğimde duydum galiba. Yönetmen Ridley Scott’un 2015 tarihli “Marslı” filmini hatırlıyor musunuz? Dünyadan Mars’a ilk insanlı uçuşta işler kötüye gidince, Matt Damon’ın oynadığı astronot Mars’ta kendi başına kalır ve hiç şikâyet etmeden, kendisine yaşayabileceği bir ekosistem oluşturur. Zaten şikâyet edebilecek bir hali de yoktur. Ya yapacak, ya da ölmeyi bekleyecektir. Bildiklerini uygular. İçinde bulunduğu şartlara her aşamada meydan okur. Yapar. Konuşmaz.
Ülkeler de ikiye ayrılır: Yapabilenler ve yapamayanlar. Türkiye, yapabilenler arasındadır. Cumhuriyet, bu anlamda bir meydan okumanın tarihidir. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren anlaşmalar Paris’in farklı semtlerinin adını taşır. Almanlar için Versailles Antlaşması 1919 tarihlidir. Türkler için Sevres Antlaşması ise 1920 tarihlidir. Almanlar Versailles Antlaşması’nı kabul edip, gereklerini yerine getirmişlerdir. Cumhuriyeti kuran imparatorluk subayları ise, işe, Sevres Antlaşması’na meydan okuyarak başlamışlardır. Şikâyet etmemişler, dedikodu yapmamışlar, harekete geçmişlerdir, yapmışlardır.
Güney sınırlarımızı hala belirleyen, Sykes-Picot Antlaşması ise 1916 tarihlidir. Rusya’nın bilgisi dâhilinde, İngiltere ve Fransa arasında gizlice imzalanmıştır. 1916 yılına ait sınırlar, 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile değiştirilmiştir. Atatürk ve silah arkadaşları başlangıçtaki fiili duruma meydan okuyarak işe başladıklarını hiç unutmamışlardır. 23 yıl sabırla uğraşmışlar, kapasite inşa etmişler ve sonunda yapmışlardır. Sınır çizgisini değiştirmişlerdir. Konuşmamışlar, yapmışlardır.
Ülkelerin iktisadi kalkınma sürecinde farklı performanslar sergilemeleri ülkelerin iktisadi imkan setleri ile, kapasite setleri ile yakından alakalıdır. Amerikan Harvard Üniversitesi’nden Ricardo Haussmann bu öncülden yola çıkarak, kalkınma sürecini bir nevi Scrabble oyununa benzetmeyi sever. Scrabble elinizdeki harflerle kelime türetmeye dayalı bir oyundur. Verilen sayıda harfle en çok kelimeyi türeten oyunu kazanır. “İktisadi Kalkınmanın Scrabble Teorisi”ne göre ise her ülkenin elinde belli sayıda harf vardır. Bazılarının ki üç tanedir, bazılarının ki yirmi tane. Her harfi, ülkenin iktisadi imkânlarının biri gibi görürseniz, elinde çok harf olanın daha fazla kelime türetmesini, daha iyi yapabilmesini, daha hızlı sıçramasını beklemek gerekir.
Marslı’daki astronot örneğinden devam edeyim isterseniz. Mars’a düşen ve şartlara boyun eğmemeye, meydan okumaya kararlı astronot, insanlığın bilgi birikiminden haberdar olduğu için kendisine yaşayabileceği bir ortam oluşturabilmiştir. Bir mühendistir. Meydan okumaya kararlı olmak yetmez, ne yaptığını, ne yapacağını da bilmek gerekir. İnsanın, ülkenin elindeki imkânlar setinin sınırlarını, kendi sınırlılıklarını da en baştan bilmesi gerekir.
Bugün bizim özellikle Cumhuriyeti kuran kadroların hayalcilikten ne kadar uzak olduğunu, katı realizmini ve sonuç odaklı çalışkanlığını sürekli hatırlamamızda fayda vardır. Sonuç alabilmek için imkânlar setinin önemini ve kapasite inşasının gerekliliğini hep akılda tutmuşlardır. İmparatorluğu parçalayan, dönemin büyük güçlerine meydan okuyabilmenin ön koşulunun iktisaden güçlü olmak olduğunu da hiç unutmamışlardır. Türkiye’nin 1980 sonrası hızlı sanayileşmesi başlangıç yıllarındaki kapasite inşası ile yakından alakalıdır. O olmasaydı, sonraki sıçrama asla olamazdı. 1980 sonrası iktisadi dönüşüm sürecini mümkün kılan, Türkiye’nin bu sıçramayı yapmak için o ilk dönemde yeterli sayıda harfi biriktirmiş olmasıdır.
Türkiye nasıl bir sanayi ülkesi oldu?
Türkiye’nin iktisadi dönüşümü 1980’li yıllarda başlamıştır. Türkiye, bu dönemde atılan adımlarla bir sanayi ülkesine dönüşmüştür. Şöyle başlayayım: 1980’lerin başında Türkiye hala ağırlıkla bir tarım ülkesidir. Bunu en iyi Türkiye’nin ihracatından anlamak mümkündür. Ülkenin toplam ihracatı ancak 3 milyar dolar civarındadır ve bu ihracatın yüzde 65’i tarım ürünlerinden oluşmaktadır. 1980’li yıllar Türkiye’nin zenginleşmek için dışa açılıp, dünya ekonomisiyle bütünleşmeye karar verdiği yıllardır. Çin de aynı dönemde dünyanın parçası olarak zenginleşmeye karar vermişti, hatırlatırım. Onlar farklı yoldan gittiler. Küresel sistemin parçası olmanın birden fazla yolu olduğunu kanıtladılar. Endonezya daha ancak şimdilerde Türkiye’nin 1980’lerde yapmaya başladığını yapmaya başladı. Mısır ise hala düşünüyor ve arada utangaç adımlar atıyor.
1980’lerde alınan kararlar etkisini 1990’larda göstermeye başlamıştı. 1995 yılında Türkiye’nin toplam ihracatı 23 milyar dolara yükselmişti. Artık toplam ihracatın yüzde 75’i’ı ise sanayi ürünlerinden oluşuyordu. Türkiye 1980’den 1990’a bir tarım ülkesinden bir sanayi ülkesine dönüştü. 1923’ten başlayarak inşa edilen iktisadi kapasite, zenginleştirilen iktisadi imkânlar seti neticesini verdi. Türkiye dışa açılarak, özel sektöre dayalı bir kalkınma stratejisiyle bir sanayi ülkesine dönüştü ve zenginleşti.
Türkiye, kendi bölgesinin önemli bir sanayi ülkesidir.
Ama Türkiye’nin tek başına nerede durduğuna değil, kendi coğrafyamız içinde nasıl olduğuna bakmak gerekir. Yandaki ilk grafik, eski Osmanlı coğrafyasında bizi ve diğerlerini gösteriyor. Grafiğin yatay ekseni her ülkenin toplam ihracatı içinde imalat sanayi ihracatının payını gösteriyor. Dikey eksen ise bölgenin toplam imalat sanayi ihracatı içinde, ilgili ülkenin imalat sanayi ihracatının payını gösteriyor. Balonların büyüklüğü ise, ilgili ülkenin imalat sanayi ihracatının dolar cinsinden büyüklüğünü karşılaştırmaya imkân veriyor. İlk grafik 1996 yılında bölgemizin nasıl göründüğünü, ikincisi ise 2016yılındaki durumu gösteriyor. 1996 yılı Türkiye’nin Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği sürecine girdiği yıldaki durumu gösteriyor. 2016 yılı grafiği ise, Gümrük Birliği sürecini de değerlendirmemize imkân veriyor. Buradan üç sonuç çıkartmak isterim, tartışmayı bir adım daha ileriye taşıyıp bundan sonra ne yapmamız gerektiğine odaklanmak için.
Birincisi, Avrupa Birliği (AB) ile derinleşen ticari ilişkiler Türkiye’yi zayıflatmamış tam tersine güçlendirmiştir. AB, Türkiye’nin, bölgesinde önemli sanayi ülkesi olması sürecinin başat aktörüdür. Herhalde öncelikle bu hususu tespit etmek gerekir. 1996’dan 2016’ya Türkiye daha fazla imalat sanayi ihracatı yapan bir sanayi ülkesi haline dönüşmüştür. Türkiye’nin toplam ihracatı 150 milyar doları geçmiş ve imalat sanayi ihracatının toplam içindeki payı yüksek kalmaya devam etmiştir. Aynı dönemde bölgenin sanayi ülkeleri listesine Türkiye ve İsrail’den sonra Romanya da eklenmiştir. Romanya’nın artan imalat sanayi ihracatının nedeni de AB üyesi olmasıdır. Onu da not edeyim. Türkiye zenginleşme sürecini, AB ülkeleri ile yakınlığına ve AB piyasalarına mal satabilmesine borçludur. Önce bu noktayı tespit etmekte fayda vardır.
İkinci nokta ise, bölgemizde iki tür ülke olduğu gerçeğidir. Bir tarafta, Rusya, Kazakistan, Azerbaycan ve Suudi Arabistan gibi doğal kaynağa dayalı olarak zenginleşen ülkeler vardır. Öte yanda ise, Türkiye, İsrail, Romanya, Polonya gibi imalat sanayisine dayalı olarak zenginleşen ülkeler vardır. Yeni sanayi devriminin getirdiği teknolojilerin hepsinin karbon bazlı olmayan bir yeni büyüme süreci getireceği düşünülürse, petrol ihraç ederek zenginleşen ülkelerin son derece ciddi bir transformasyon sürecine ihtiyacı olacağı görülmektedir. Bölgemizdeki Vizyon 2030-2050 vb. dokümanların çokluğu bu değişim ihtiyacının yansımasıdır. Türkiye doğal kaynağa dayalı olarak değil, kendi organizasyon kabiliyeti ile sanayileşerek zenginleşmeyi başarmış az sayıdaki bölge ülkesinden biridir. Cumhuriyetin çağdaş medeniyete erişme hedefi temel şiar olarak alınırsa, Türkiye’nin yanlış yapmadığını görmek mümkündür.
Bu grafiklere bakıldığında dikkate alınması gereken üçüncü nokta ise İsrail ve Türkiye deneyimlerinin karşılaştırılması olabilir. Bu iki ülkenin imalat sanayi ihracatları arasında ciddi bir niteliksel farklılık vardır. Bu fark, Türkiye’nin bundan sonra atması gereken adımlar konusunda yol göstericidir. İsrail’in toplam imalat sanayi ihracatı içinde yüksek teknolojili ihracatın payı yüzde 30 iken, bu oran Türkiye’de yüzde 5’i hiç aşamamıştır. Türkiye zenginleşme sürecinde içinden boru hattı geçen ülke olmayı başarmış, ancak içinden küresel değer zinciri geçen ülke olmak konusunda yeterli başarıyı gösterememiştir.
İçinden küresel değer zinciri geçen ülke olmak, içinden boru hattı geçen ülke olmaktan zordur.
İçinden boru hattı geçen ülke olmak ülkenin fiziki yeri ile yakından alakalıyken, diğerinde önemli olan ülkenin sahip olduğu imkânlar setinin niteliğidir. Hausmann’ın eğlenceli tabiri ile söylersem, İktisadi Kalkınma’nın Scrabble Teorisi’nde ülkenin kaç harfe sahip olduğu önemlidir, içinden küresel değer zinciri geçen ülke olmak için. Boru hattı memleketin nerede olduğuyla, değer zinciri ise memleketin nasıl olduğu ile alakalıdır. Cumhuriyetin başlangıçtaki doğru birikimi ile Türkiye bir sanayi ülkesi haline gelmeyi başarmıştır. Ortada bir başarı öyküsü vardır. Ancak şimdi yüksek teknolojili ihracat yapan bir sanayi ülkesi olmak için daha fazla harfe ihtiyaç vardır. İçinden küresel değer zinciri geçen ülke olmak demek, yüksek teknolojili ihracat yapan bir sanayi ülkesi olmak demektir. Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki hedefi işte tam da budur. Neden?
Yeni sanayi devriminin teknolojik altyapısı Türkiye için fırsattır
Türkiye bugüne kadar yaptıklarını yaparak, bundan daha ileriye gidemez. Türkiye’nin uzun vadeli büyümesinin ana dinamiği iç göç olmuştur. Kırdan kente göçenler tarımdan vazgeçip, sanayi ve hizmetler sektörlerinde istihdam edildikçe, verimlilikleri yaklaşık üç kat artmıştır. Türkiye’nin uzun vadeli büyümesi ve zenginleşmesinin ana dinamiği bu verimlilik artışlarından gelmiştir. 1960’larda şehirleşme oranının yüzde 30’larda iken, bugün bu oran yüzde 75’e ulaşmıştır. Türkiye, 1960’larda işe Almanya’nın 19’uncu yüzyıldaki şehirleşme oranlarından başlamış ve bir insan ömrü içinde, Almanya’nın bugünkü şehirleşme oranına ulaşmıştır. Bundan sonra, Türkiye’nin büyüyebilmesi için tüm sektörlerde aynı anda verimlilik artışlarını getirecek bir teknolojik yenilenmeye ihtiyaç vardır.
Şansa bakın ki, Türkiye ekonomisinin teknolojik yenilenme gereği ile yeni sanayi devriminin gündeme getirdiği yeni teknolojiler birbirleri ile örtüşmektedir. Biyoteknoloji, nanoteknoloji, kent teknolojileri ile yapay zekâ ve blockchain teknolojisi dâhil bilgi ve iletişim teknolojileri tüm sektörleri aynı anda dönüştürme kabiliyetine sahip yeni teknolojilerdir. Çağımız artık sektör ya da proje değil teknoloji seçme çağıdır. Türkiye elindeki imkânlar setiyle hangi teknolojiler vasıtasıyla ne tür sektörlerle sıçrayabileceğini hesap edip, doğru adımları atmalıdır. Memleketin yapısal reform gündemi de bu çerçevede açıktır: Türkiye’nin yeni teknolojilerin transferi ve ülke içinde sektörden sektöre yayılmasını temin edecek yapısal politikalara odaklanması gerekmektedir. Bu bundan sonrası için akılda tutulması gereken ilk noktadır. İlk yapılması gereken ev ödevini tam yapmak ve hesap yapmadan adım atmamaktır. Yeni sanayi devrimi ile birlikte, kalkınma artık daha da karmaşık bir organizasyon işi haline gelmiştir. 1980’lerdekinden daha karmaşık bir süreci yönetmek için hazırlıklı olmak gerekir. Sanayi politikasının teknik altyapısı artık dünden farklı olarak çok daha karmaşıktır, kamu idaresinin küresel teknolojik değişimin farkında olması da elzemdir. Tam burada mıyız, daha değiliz.
İkinci husus şudur: Türkiye’nin 1980’lerdeki sıçrayışının 1990’larda başarıyla sonuçlanmasının nedeni o dönemde memleketin ortak bir zenginleşme hedefine kilitlenebilmiş olmasıdır. Dışa açılma yoluyla zenginleşme, giderek Avrupa Birliği süreci, Gümrük Birliği’nin kendisi memleketin ortak bir hedef etrafında bütünleşebilmesine imkân vermiştir. Yeni bir sıçrayış için ilk gereken yine o ortak coşkudur. Bugünün en temel problemi de coşku eksikliğidir. Ülkenin kararan imajı ile birleşen coşku eksikliğinin giderilmesi için OHAL uygulamalarından başlayarak elden geçirilmesi gereken kocaman bir gündemimiz vardır. Ama en önemli husus, siyasetin ehem ile mühimi birbirinden ayırabilmesi için bir an önce sakinleşmesidir. Arka arkaya gelen seçimler, şimdiye kadar olduğu gibi, memleketin meseleleri üzerine odaklanmayı engellememelidir.
Üçüncüsü ise, Türkiye’nin her iki süreci yönetecek kamu idaresini yeniden yapılandırması zorunluluktur. Burada teşhisi doğru koymakta fayda vardır. Türkiye çok merkeziyetçi bir üniter devlet olmasına karşın, her konuda son derece parçalı bir karar alma süreci vardır. Bunu en iyi örneğini mesela Sağlık Endüstrileri Yönlendirme Komitesi (SEYK)’nde görebilmek mümkündür. SEYK’in görevi sağlık endüstrileri alanında sanayi politikası önceliklerini belirlemek ve yatırım yapmak isteyenlerin işlerini kolaylaştırmaktır. Komite “Sağlık Bakanlığı Müsteşarının başkanlığında, Bilim Sanayi ve Teknoloji, Ekonomi, Kalkınma, Maliye Bakanlıkları Müsteşarları ile Hazine Müsteşarı, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı ve TÜBİTAK Başkanından oluşur” Nedir? Benzer bir konuda tek bir kararı almak için sekiz ayrı kurumun koordineli hareket etmesi gerekmektedir. Herhangi bir konudaki yetkilerin parçalı olmasından kastettiğim işte tam da budur. Bu mesele yalnızca SEYK ile ilgili değildir. Kentleşme stratejilerinden, kimsesiz çocukların korunmasına her alanda yetkiler çok parçalıdır. Çok merkeziyetçi ve parçalı yetkili bir idarenin bu çağın hızını yakalayabilmesi mümkün değildir.
Cumhuriyet dönemi Türkiye için bir başarı öyküsüdür. Ülkemiz bir tarım ülkesinden, bir sanayi ülkesine bu dönemde dönüşmüştür. Cumhuriyet döneminde inşa edilen kapasite, Türkiye’nin 1980’lerdeki iktisadi sıçrayışını yapılabilir kılmıştır. Türkiye, 1980’lerde 1.500 dolar kişi başına gelirden bugün 11 bin dolar civarında bir kişi başına gelire ulaşmıştır. Böyle bakıldığında, Türkiye, dışa açılarak, küresel ekonominin ayrılmaz bir parçası haline gelerek zenginleşmiştir. AB ile yakın ilişki, Türkiye’nin zenginleşme sürecini kolaylaştırmıştır. Önümüzdeki dönemin iktisadi önceliklerinin tasarımında bugün bir ortak anlayış mevcuttur. 10’uncu Kalkınma Planı’nda ortaya konulan hedeflerin şimdi başlayacak 11’inci plan çalışmalarıyla hareketlendirilmesi ve operasyonel hale getirilmesi hedeflenmelidir.
Yeni sanayi devriminin teknolojik altyapısı Türkiye gibi bir ülke için büyük bir fırsattır. Türkiye’nin ihtiyacı tüm sektörlerde aynı anda verimlilik artışlarına yol açabilecek bir teknolojik yenilenmedir. Yeni yıkıcı teknolojilerin vaadi de budur: Biyoteknoloji, nanoteknoloji, kent teknolojileri ile bilgi ve iletişim teknolojileri tüm sektörleri aynı anda dönüştürme kapasitesine sahiptir. Türkiye’nin sektör ve proje seçmekten teknoloji seçmeye doğru yönelmesi ve yeni teknolojilerin memlekete transferi ve ülke içinde sektörden sektöre yayılmasına imkân verecek politikalara odaklanması gerekmektedir.
Bu köşe yazısı 27.10.2017 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024