TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Avrupalılar isteseler de, istemeseler de, Türkiye, Avrupa’nın ayrılmaz bir parçasıdır. Bir takım Avrupalı dostlarımızın temel problemi, Türkiye’yi dışarlıklı görmeleridir. Halbuki Türkiye Avrupa politikasına sonradan eklenmiş değildir. Hemen ilk görsele bir bakın. İmparatorluğu kuran atalarımızın yüzleri nasıl Batı’ya dönüktü bir görün. Atalarımız Avrupa politikasının o kadar ayrılmaz bir parçasıydılar ki, kimlerle ittifak kuracaklarının, kimlerle kimlere karşı mücadele edebileceklerinin hesabını gayet iyi yapabiliyorlardı.
Beni bugünlerde üzen hadise öncelikle bir takım Türklerin, Türkiye’yi pek sevmeyen Avrupalı partnerlerimizin ekmeğine yağ sürecek bir tutum içinde olmalarıdır. Nasıl Avrupa’da birileri bizi dışarlıklı ve taşralı görüyorlarsa, ben şimdi Türkiye’de kendisini Avrupa karşısında dışarlıklı ve ezik gören Türkler görmekten doğrusu hiç hoşlanmıyorum. Neden? Selanik 1387’de, Üsküp 1392 yılında, Varna 1444’te, Bosna ise 1463’te imparatorluğa dahil oldu. Halbuki Kayseri, Selanik’ten 87 yıl, Bosna’dan ise 11 yıl sonra imparatorluğa katıldı. Siirt’i, Doğu Karadeniz’i filan saymıyorum bile. Onların imparatorluğa katılmaları daha da yenidir.
Şimdi böyle bakınca, “Türkler zaten Avrupalı değildir” demek, özelikle II. Murad’a, II. Mehmet’e hakarettir. Onlar Avrupa’nın iç ve dış politikasını gayet iyi bildikleri ve biçimlendirebildikleri için imparatorluk önce Avrupa’ya doğru genişledi ve biz o sayede böyle olduk. 20’nci yüzyılda imzalanmış 1963 Ankara anlaşmasından beri değil, 14’üncü yüzyılda üçüncü padişah I.Murad Edirne’yi imparatorluğa kattığından beri Türkler Avrupalıdır. Avrupa ile ilgili tartışmaları dinlerken, akılda tutulması gereken ilk nokta budur.
Geleyim ikinci noktaya ve de modern zamanlara. Türkiye bugün Avrupa ekonomisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Türkiye, 1980 yılında toplam ihracatı 3 milyar doları bulmayan miskin bir tarım ülkesiydi. Bugün toplam ihracatı 150 milyar dolara ulaşan orta teknolojili bir sanayi ülkesi oldu. Nasıl? Türkiye, 1980 yılında bir dizi reform yaptı, ekonomisini dışa açtı ama 2000 yılına gelindiğinde toplam ihracatımız çıka çıka 30 milyar dolar seviyesine kadar çıkabilmişti. Tamam 1980’den 2000’e sanayi malları ihracatının önemi arttı. 1980’de toplam ihracatımızın yüzde 90’ı tarım ürünlerinden oluşuyordu. 2000’e geldiğimizde artık toplam ihracatın yüzde 90’ı sanayi mallarından oluşur hale geldi. Türkiye 2000’e geldiğimizde zaten bir sanayi ülkesi olmuştu ama düşük teknolojili bir sanayi ülkesiydi.
Şimdi Türkiye artık toplam ihracatı 150 milyar dolara ulaşan, orta teknolojili bir sanayi ülkesi haline geldi. Nasıl? 1996 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’ne girme kararı Türkiye sanayiini dönüştürdü. 2001 yılında Derviş reformları ile gelen ekonomik istikrar ve 2002’de AKP ile gelen siyasi istikrar, Gümrük Birliği sürecinin Türkiye’nin yararına işlemesini sağladı. Tablo ortada, Türkiye toplam ihracatının yarıdan fazlasını Avrupa Birliği ülkelerine yapıyor. Üstelik yalnızca Birliği kuranlarla değil, Birliğe sonradan katılanlar da yoğun ticari ilişkilerimiz var. İhracatımız Avrupa’nın farklı yöreleri arasında dengeli bir biçimde dağılıyor. Nedir? Aynı Osmanlı atalarımız gibi iş insanlarımız Avrupa pazarlarında nasıl hareket edeceklerini, kiminle iş yapacaklarını biliyorlar. Biz, Avrupa’nın ticaret yollarını biliyoruz. Bildiğimiz için de, Türkiye’nin Avrupa ile ekonomik entegrasyonu bir başarı öyküsüdür. Kim ne derse desin, rakamlar ortada.
Geleyim üçüncü noktaya. Türkiye’nin bu noktadan sonra, Avrupa Birliği kaynaklı zenginleşme projesinden vazgeçebilme imkanı yoktur. Önce bu nokta üzerine ittifak gerekir. Şimdi Türkiye’nin romantik tartışma gündeminde bu tür konulara yer yok gibi duruyor. Neden? Memleketin doğal kaynakları bizi 10 bin doların ötesinde bir kişi başına gelire taşıyamaz, Türkiye’nin Avrupa entegrasyonu ile dönüşüm sürecini tamamlamaktan başka yolu yoktur. İkincisi, yabancı tasarruf girişi olmadan Türkiye zenginleşemez hatta mevcut zenginlik düzeyini bile idame ettiremez. Seçeneklerini açıklıkla bilmeden büyük devlet olunamaz. Ne zaman kiminle savaşacağını, kiminle nasıl barış yapacağını bilmek demektir büyük devlet olmak. Romantizmi realizmle dengelemeden asla olmaz. Türkiye’nin bu noktadan sonra, aynı Osmanlı atalarımızın Trakya’ya ilk ayak bastıktan sonra yaptıkları gibi, kartlarını doğru oynamaya ağırlık vermesi gerekir. Ama heyhat!
Ben işte bu açıdan ortada bir dizi problem görüyorum doğrusu. Mesela, bugünlerde Brexit sonrası İngiltere kaynaklı bir arayış sürecinde Türkiye ve Ukrayna gibi ülkelere bir rol biçiliyor. Türkiye’nin serin kanlı düşünmesi gereken bir süreç bu. Biz ve serin kanlı düşünmek bu aralar bir nevi oksimoron, kabul edin.
İngilizler şimdi Avrupa Birliği’nin kalanı ile müzakere çerçevesini ortaya çıkartıyorlar. Diyorlar ki, “Biz tek pazarın ayrılmaz bir parçası olmak istiyoruz. Ama çalışanların serbest dolaşımını istemiyoruz. Bir Avrupa Birliği ülkesinin vatandaşı olmak, kimseye, bütün Avrupa Birliği ülkelerinde otomatik çalışma izni anlamına gelmesin. Biz AB’den çıkalım ama Kıta Ortaklığı Ülkesi olalım. Hatta Türkiye ve Ukrayna’da öyle olsun. Biz, parası Euro olan Avrupa Birliği’ne değil, Kıta Ortaklığı Konseyi’ne üye olalım, hatta Norveç filan da buraya gelsin.” diyorlar. Doğrusu ya okuyunca gerçekçi geliyor. Ama ben hoşlanmıyorum.
Neden? Türkiye, daha İngiltere ve Norveç gibi olmadığı için elbette. Bizim önce Avrupa dönüşümünü siyasi bir hedefin etrafında gerçekleştirmemiz lazım. İngiltere ve Norveç’in kurumsal altyapısına ulaşınca karar veririz, Birliğe mi gireceğiz, ortaklık üyesi mi olacağız? Böyle deyince bana “ama şu an girdiğiniz yolun sonu yok, Türkiye’nin tam üyeliği meselesi AB ülkelerinde yapılacak referandumları zaten geçemez” diyorlar. Ben “olsun ama biz oraya kadar ev ödevimizi yapıp gelelim, siz o noktada karar verin, biz nüfusunun çoğu Müslüman olduğu için bunu istemiyoruz” deyin diyorum. Neden adamların iki yüzlülüğüne kılıf dikelim, değil mi? Türkiye’nin kartlarını doğru oynaması dediğim biraz da budur işte.
Avrupa’da tartışma gündemi tamamen değişti. Son grafiğe bir bakın derim: Soruyorlar, AB vatandaşlarına “Bugün Avrupa Birliği’nin karşı karşıya olduğu en önemli mesele nedir?” 2011’de en önemli mesele ekonominin durumu imiş. İşsizlik önemli bir sorunmuş. Şimdi hepsini aşan iki önemli problem var. Birincisi, Göçmenler sorunu, ikincisi ise terörizm ve ikisi de birbiri ile alakalı. Şimdi Türkiye uygarlığımızın mülteciler ve terörizm sorunları ile mücadelesinde bir cephe ülkesidir. Türkiye, ne olduğunun ne kadar çabuk farkına varırsa, kartlarının öneminin de o kadar farkına varacaktır. Berin’de ve Paris’te ne tür iktidarların biçimleneceği meselesinde artık Ankara’nın önemi azalmamış artmıştır. Türkiye aynen 14’üncü yüzyılda olduğu gibi, bugün de Avrupa siyasetinin mütemmim cüz’üdür, Vesselam.
Ankara ne kadar gücünün farkına varır ve korkuları ile içine kapanmak yerine, ne kadar müzakereye açık olursa, önemini artıracaktır. Açıktır ki, kendi kabusları boğuşan bir Türkiye, Avrupa’nın mütemmim cüz’ü olduğunu da farkedemez. Zaman ezikliği bırakıp, kendi gücümüze inanma zamanıdır.
Bu köşe yazısı 28.11.2016 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.