TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçen hafta önce İngiliz Financial Times gazetesinde Wolfgang Münchau yazdı. Sonra Amerikan Merkez Bankası (Fed) Başkanı Janet Yellen Amerikan Kongresi’nin Karma Ekonomi Komitesi’nde konuşurken mesele tekrar gündeme geldi. Ne oluyor? Artık merkez bankası bağımsızlığı fikrinin sonuna mı gelmiş bulunuyoruz? Ben öyle düşünmüyorum ama sanırım Amerika’nın yeni başkanı Donald Trump ve İngiltere başbakanı Theresa May öyle düşünüyorlar. Doğrusu ya, onların ne düşündüklerinin daha önemli olacağı bir yeni döneme giriyoruz. Peki, bu Türkiye için ne anlama gelir? Gelin hızla bir üstünden geçelim.
İngilizler, Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılmayı oylayan referandumla bu yıl Brexit kararını aldılar. Amerikalılar, Donald Trump’ı başkan seçtiler. İkisinin ortak noktası nedir? İktisat politikalarının ve bizatihi küreselleşme sürecinin olumsuz yan etkileri artık bir takım yeni siyasetçilere iktidarın yolunu açıyor. Bugüne kadar bu tür negatif yan etkiler daha çok bizim gibi ülkelerde tartışılır ve devrimlere filan yol açardı. Şimdi artık sistemin tam merkezinde tartışılıyor. Nedir? İktisat politikalarının alıştığımız tasarım biçimi ve bizatihi küreselleşme sürecinin kendisi artık gelişmiş ülkelerde siyasi tartışmaların ana gündem maddesi haline geldi. Küresel eşitsizlikler artık gelişmiş ülkelerin de derdi oldu 2008 krizinden beri. Birleşmiş Milletlerin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri manzumesi bu nedenle çok zamanlı bir adım oldu. Bunu bir ilk tespit olarak almak gerekiyor. Hadisenin yapısal bir temeli var doğrusu.
Peki, şimdi ne olacak? İşte onu hiç kimse bilmiyor. Ben, söz konusu olan statüko ise, yıkım ekibi ile yapım ekibinin aynı ekip olma ihtimalinin hep son derece düşük olduğunu düşünürüm. İnşaat şirketlerinin yıkım ekipleri ile yapım ekipleri birbirinden ayrı. Bina inşaatı için doğru olan, ülke için statüko için de doğru bana kalırsa. Şimdi Amerikan seçimleri sonuçlandı. Demokratlar başkanlığı kaybettiler. Senato ve Temsilciler Meclisi toptan Cumhuriyetçi oldu. Bu arada, 35 eyaletin valisi de Cumhuriyetçi oldu. Ne kaldı Demokratlara? Merkez Bankası. Ocak 2017 itibariyle, Fed Başkanı Yellen Vaşington’da görevde kalan en üst düzey Demokrat olacak. Bu nedenle gözler üzerinde. Herkes Yellen ne olur diye bekliyor? İşte bu ortamda Yellen Kongre’nin Karma Ekonomi Komitesi’nde konuştu geçen hafta. Böyle bakarsanız bu da işin konjonktürel tarafı. Bu da olsun ikinci tespitim.
Ben Yellen’in Kongre’de yaptığı sunumdan üç sonuç çıkardım. Birincisi, görev süresini tamamlamak konusunda kararlı olduğunu söyledi. Senato tarafından Ocak 2018’e kadar görevde kalmasının onaylandığının özellikle altını çizdi. Bu bir nevi, “İstifa eder mi?” sorularına cevap oldu. İkincisi, Başkan Trump dönemi politikaları şekillendiğinde, maliye politikalarında hızlı bir gevşeme olursa, istikrarı korumak için gerekeni yapmaktan çekinmeyeceğini de söyledi. İstikrar önemlidir dedi. Daha ne desin? Üçüncü olarak ise, merkez bankası bağımsızlığı ile ilgili olarak, mealen, yetkilerini, kendi sorumluluğunda kullanan merkez bankalarının, yetkilerini, siyasetçilere sorarak kullananlardan daha başarılı bir performans sergilediklerini vurguladı. Bu çerçevede, “orta vadeli iktisadi sonuçları dikkate alarak politika kararları almanın, kısa vadede bu tür kararların geçici olumsuz yan etkileri gözlemlense bile daha doğru olduğunu” söyledi. Merkez bankası bağımsızlığının, bu tür bir orta vadeli doğrultu tutarlılığı için önemini vurgulamış oldu bir nevi. Bu arada elbette aralık ayında bir faiz artırımını normal olarak artık beklememiz gerektiğini filan söyledi ama doğrusu ya ben en çok bu merkez bankası bağımsızlığı meselesine takıldım.
Neden? Geçenlerde İngiltere başbakanı Theresa May de aynı Trump’a benzer bir biçimde merkez bankalarının aldıkları kararların “olumsuz yan etkilerini” kontrol etmek gerektiğini söylemişti, belki ondan. Brexit kararı bir nevi Pandora’nın kutusunun kapağını aralamaya başlamıştı. Şimdi Trump’ın Amerikan başkanlığına seçilmesi ile birlikte Pandora’nın kutusu iyice açıldı. Süresi belli olmayan bu geçiş döneminde, merkez bankası bağımsızlığının da tartışılacağı anlaşılıyor.
Şimdi işlerin nereye doğru gideceğini bilmiyoruz ama ben bildiklerimiz üzerinden gideyim isterseniz. ABD ve İngiltere’deki tartışmanın Türkiye’ye etkisi ne olur diye düşünürken bence faydası olur. Brookings Kurumu ve Tufts Üniversitesi’nden Michael Klein bundan bir süre önce makro iktisadın birikiminden ne anlamamız gerektiğini bir cümlede özetlerken, “Faiz oranı, döviz kuru ve sermaye hareketleri ile ilgili politika kararları birbiriyle uyumlu olmalıdır, kalanı teferruattır” demişti. Böylece imkansız üçleme (impossible trinity/trilemma) makro iktisadın özü olduğunu söylemişti. Yandaki üçgen, işte o üçlemeyi gösteriyor. Bu üçgenin üç köşesinde birer iktisat politikası kararı konusu var. Bu üç konunun ancak ikisinde hükümetler serbestçe karar alabiliyor. Üçüncüyü bir yere bağladıklarında, kalan iki alanda da serbestiyet kazanıyorlar.
Şimdi birlikte bakalım. Türkiye gibi bir ülkenin sermaye hareketleri serbestliğinden vazgeçebilmesi mümkün değil. Neden? Ülkemizin yapısal bir tasarruf problemi var. Türkiye’nin mevcut kişi başına gelir düzeyini koruyabilmesi ve artırabilmesi için yabancı tasarruf akımının serbestiyeti önem taşıyor. Bu durumda, üçleme, bir ikileme dönüşüyor. Ya faiz oranını serbestçe belirleyip dalgalı kur rejiminde kalacaksınız ve kur gerektiğinde serbestçe intibak edecek ya da kuru sabitleyip faiz belirleme konusundaki egemenliği terk edeceksiniz. 2001’den önce sabit kurdaydık, 2001 krizi ile dalgalı kura geçtik. Şimdi hala oradayız.
Türkiye’de bu anlamda bir para politikası özerkliği alanı var. Kanun koyucu, merkez bankasına, bir görev vermiş, “sen enflasyon oranını hükümet ile birlikte sapta ve sonra kendi yetkilerini kendi sorumluluğunda kullanarak, hükümetle birlikte saptadığın o enflasyon oranını garantile ki memleketin yatırım ortamı istikrarlı olsun” demiş.
Şimdi sorun bunun neresinde? Verilen hedefin tanımında mı, idarenin kendi yetkilerini kendi sorumluluğunda kullanmasında mı? İlki ise istikrarın tanımı enflasyon üzerinden olmasın, zaten banka bu alanda feci başarısız, bundan sonra, hedeflenen büyüme volatilitesinin azaltılması olsun ya da mutluluk endeksi hedef alınsın denilebilir. Burada merkez bankası bağımsızlığı için bence bir sorun yok. Ama mesele banka kendi yetkilerini kendi sorumluluğunda, orta vadeli bir perspektife dayalı olarak kullanmasın, siyasi devrevi hareketleri daha fazla dikkate alarak, sürekli siyasetçiye bakarak, yetkilerini kullansın diyorsak, ben işte onun Türkiye için son derece sorunlu olduğunu düşünüyorum. Kurumların zayıf olduğu bir ülkede, bir telefat da buradan gelirse, bence hiç iyi olmaz.
Türkiye açısından bakıldığında, bugün bu konjonktürden fırsatçı bir “bağımsız merkez bankası zaten artık geçmişte kaldı” tartışması çıkartmak aslında gayet mümkün. Peki, zamanlı mı olur? Hayır. Doğrusu ya, bu bitmeyen kur intibakı ortamında bütün dertlerimizin üzerine bir gümüş tüy dikilmiş olur. Şimdiden söylemiş olayım.
Bu köşe yazısı 21.11.2016 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.