TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
1980’de Türkiye’de kişi başına gelir 1500 dolar civarındaydı. 2010’da 10 bin dolara ulaştık. Hala aynı yerdeyiz. Neden? 1500 dolardan 10 bin dolara her ne yaparak geldiysek, buradan 25 bin dolara aynı işleri, aynı biçimde yaparak çıkamayız. Nitekim çıkamıyoruz da. Bu ne demek? 10 bin dolardan 25 bin dolara çıkabilmek için Türkiye’nin reform yapması lazım. İş yapma biçimimizi radikal bir biçimde elden geçirmemiz lazım. Her sektörde aynı anda verimlilik artışlarına yol açacak bir teknolojik yenilenmenin kapısını aralamamız lazım. Eğitim sistemimizi, vergi sistemimizi ve de adalet sistemimizi gözden geçirmemiz lazım. Dün 1500 dolardan 10 bin dolara işgücünü ucuzlatarak geldik. Şimdi adaleti ucuzlatmamız, eğitimi ucuzlatmamız, yolsuzluk yapmayı pahalılaştırmamız lazım. Bütün bunları biliyoruz. Peki, bunu neden yapamıyoruz?
Geçen hafta size “Türkiye’de değişim yapmak neden bu kadar zor?” diye sorarken, aklımdaki devletimizin kapasitesiydi. İdari yapınız bir reform sürecini yürütecek kadar beceri sahibi değilse, reform süreci tasarlayamazsınız. Bugün bu konuyu biraz daha açayım, müsaadenizle. İdari reform meselesini toplumsal bir çerçeveye yerleştireyim. Sorunun kaynağı ayan beyan belli olsun. Her reform süreci, insanların alışkanlıklarının değişmesini gerektirir. Her reform süreci, tanım gereği, toplumun bazı kesimlerinin kısa vadeli bazı kayıplara razı olmasını gerektirir. Neden? Uzun vadeli bazı kazançlar karşılığında elbette. Ancak kayıplar hep son derece somut, kazançlar ise hep çok gelecekte ve son derece mutasavverdir. Hayatın karşısında hayaller gibi bir nevi. Hayat hep daha belirleyicidir. Sonuçta, kısa vadeli minimal kayıplar, uzun vadeli büyük kazançlarla kıyaslandığında hep daha önemli gelir. Kayıp bugündür, kazanç yarındır. Değişim yapmak neden bu kadar zor bahsinde bu ilk çıkarımım.
Geleyim analizin ikinci adımına. Şimdi bir de şunu düşünün, reform yapmak istediğiniz toplum, birbirine güvenmeyen insanlardan oluşuyorsa işiniz daha zordur. Reform yapmak istediğiniz toplum, birbirine güvenen insanlardan oluşuyorsa, işiniz zaten zordur. Bir de birbirlerine güvenmiyorlarsa, reform yapmak elbette çok daha zor olur. Türkiye OECD için yapılan bir çalışmanın Sosyal Uyum Endeksi sıralamasında 155 ülke arasında 120’nci sırada yer almaktadır.[1] Suriye ise 125’inci sıradadır. Bu ne demek? Türkiye’de sosyal çeşitliliğin yönetimi yanlıştır. Ülkede tansiyonu artıracak, etnik ve dini fay hatları, gelir dağılımından kaynaklanan ayrılıklar ve de siyasi kutuplaşma Türkiye’yi sıralamanın sonuna doğru itmektedir. Aslında listenin sonunda hep Osmanlı coğrafyasından arta kalan, kuma çizilen çizgilerle ortaya çıkan ülkeler yer almaktadır. Ben, Türkiye’yi yoktan var eden, Atatürk ve diğer Osmanlı subaylarının ne tür bir coğrafyada iş yapmak zorunda olduklarının çok iyi farkında olduklarını, ne yaptıklarını çok iyi bildiklerini düşünüyorum, doğrusu. Bu da olsun bugünkü ikinci tespitim.
Şimdi geleyim, baştaki soruya, “Türkiye’de reform yapmak neden bu kadar zor?” İşte bu sosyal uyum eksikliğinden elbette. Sosyal çatışma ihtimali yüksekse, değişim yapmak imkansız olmuyor, dikkatinizi çekerim. Sosyal çatışma ihtimali yüksekse, başlangıçtaki statükoyu değiştirecek bir reform sürecini başlatmak yalnızca daha büyük bir idari maharet gerektiriyor. Ne istiyor? Devlet kapasitesi istiyor. Hantal olmayan bir devlet istiyor. O da bizde bulunmuyor. Bugünlerde özellikle yabancı gözlemcilerden ben sürekli “bu ortamda, reform olmaz, değil mi?” sorusunu duyuyorum doğrusu. Soru elbette meşru bir soru. Özellikle bu ortamda. Peki, Türkiye’nin reform gündemi için hiç mi umut yok? Var elbette.
Türkiye’nin ehem ile mühimi birbirinden süratle ayırmaya, dikkatini dağıtmamaya, doğru yere odaklanmaya ihtiyacı var. Türkiye’nin, siyasetin yeniden siyaset üretmeye başlamasına ihtiyacı var. Daha önce bunu yapabildiğimiz her dönemde biz bu ülkede reform yapabildik. Şöyle bir düşünün bakalım: 1980’lerden bugüne Türkiye uyuşuk bir tarım ülkesinden orta teknolojili bir sanayi ülkesine dönüşmedi mi? Bir büyük ekonomik dönüşümü biz bu ülkede gerçekleştirmedik mi? Sonra Cumhuriyet tarihinin başından beri siyasetin kıyısında tutulan bir siyasi akımı, İslamcıları, siyasetin merkezine taşımadık mı? 2000’lerin başında bu ülkede büyük bir siyasi dönüşümü de gerçekleştirmedik mi? Bu arada Türkiye’de orta sınıf güçlenmedi mi? Cumhuriyetimiz daha kapsayıcı olmadı mı? Bundan 15 yıl önce Kürt meselesi hakkında bugün konuştuğumuz gibi konuşabilir miydik? Daha 1990’larda Kürt kökenli milletvekillerini Meclisten atıp, tutuklamıştık. Bugün, onlar, Parlamentoda kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonunun eşit haklara sahip üyeleri değiller mi? Ben sosyal uyum bahsindeki zayıflığımıza karşın, reform bahsinde önemli bir mesafe kat ettiğimizi ve zor şartlar altında dahi reform yapabildiğimizi ele güne gösterdiğimizi düşünüyorum. Yeter ki, durumun vahametinin farkında olalım. Yeter ki, siyaset, siyaset üretebilsin. Türkiye’de bugünlerde coşku yok derken söylemeye çalıştığım galiba tam da bu.
Sorun, Türkiye’de kutuplaşmanın çok olmasından değil, devlette yönetme kapasitesinin olmamasından çıkıyor galiba.
Bu köşe yazısı 22.02.2016 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
[1] Roberto Fao. 2011. “The Economic Rationale for Social Cohesion”. Perspectives on Global Development, OECD Development Centre. Paris: OECD.