TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Suriye meselesi, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında uzun bir süredir kapalı olan iletişim kanallarını yeniden açtı. Sayın Başbakanımız en son Brüksel’de aile fotoğrafına davet edildi. Ortaya yeni bir durum çıktı. Ben Türkiye’den bu duruma gösterilen tepkileri manasız buluyorum. Gördüğüm kadarıyla ortada iki tür tepki var: Kimileri, “Bakın milyonlarca Suriyeli mülteci oraya gitmesin, burada kalsın diye bize para veriyorlar. Türkiye, Avrupa’nın sınır bekçiliğini üstleniyor” diyor; kimileri de“ Avrupa Birliği hatasını anladı. Avrupa’nın kapıları, Türklere açıldı.” Ben her iki tepkiyi de yersiz buluyorum. Bugün derdimi anlatmak isterim. Ne yapacağınıza karar vermenin ilk aşaması, herhangi bir değerlendirmenin ilk adımı, ortadaki vakıayı anlamaya çalışmaktır. Durumu anlamadan analiz yapılmaz. Bugün isterseniz oradan başlayayım.
Suriye ayaklanması, Suriye iç savaşına evrildiğinden beri Türkiye’nin nüfusu 80 milyonu aşmıştır. Eskiden beri Türkiye ile ilgili olarak yapılan nüfus projeksiyonları, Türkiye nüfusunun hiçbir zaman 100 milyonu geçmeyeceğini gösteriyordu. Ben de bunun böyle olacağını zannediyordum saf saf. Şimdi modern hayatın yasalarını baştan öğreniyor ve küreselleşmenin ne menem bir şey olduğunu görüyoruz. Alıştığımız trendler gözümüzün önünde kırılıveriyor. Kırılan trendlerden biri de Türkiye’nin hiçbir zaman 100 milyonluk bir ülke olmayacağı analizi oldu bana sorarsanız.
Bundan 40 yıl önce İngiltere, Fransa, İsveç gibi ülkelerde kadınların ortalama doğurganlık oranı iki civarındaydı. Yani 1975’te bu ülkelerde bir kadın hayatı boyunca ortalama iki çocuk doğuruyordu. Günümüzde bu ülkelerde doğurganlık oranı hala aynı. Türkiye’de ise bundan 40 yıl önce, bir kadın hayatı boyunca ortalama beş çocuk doğuruyordu. Şimdi ise bu sayı ikiye düştü. Kadınların doğurganlığında Türkiye, İsveç gibi oldu. İşte kadınların doğurganlık oranında şehirleşme ile birlikte normal olarak gözlemlenen o azalma, Türkiye ile ilgili nüfus projeksiyonlarının temeliydi. Sonra birden Suriyeli mülteciler meselesi çıktı. Nüfusumuz aniden 80 milyonu aştı. Neden? Türkiye’de kayıtlara göre artık 2 milyon 263 bin yerleşik Suriyeli sığınmacı var. Bunların olsa olsa yüzde 10’u kamplarda, geri kalanı ise aramızda yaşıyor. Önce gerçeği kabul edelim: Türkiye’de sayıları 2,5 milyona doğru ilerleyen Suriyeliler arasında geçici olarak buraya gelmiş insanların oranı oldukça düşük. Bugünkü şartlarda onlar artık Türkiye nüfusunun bir parçası oldular. Zaman geçtikçe daha da çok öyle olacaklar. Daha önce Ürdün’de, Lübnan’da olanları bir hatırlayın isterseniz.
Hepsinin öyle Avrupa’ya gitmek gibi bir amacı da yok, benim gördüğüm. İmkanı olmayanlar, heybesinde satacak pamuğu olmayanlar zaten Halep’te, İdlip’te kaldılar. Kendilerinde hareket edecek cesareti bulanlar, bir başka diyara, Türkiye’ye geldiler. Şimdi bu cesurlar arasından bir bölümü, daha da iyi eğitimli bir kesim, orada bir hayat kurabileceklerini düşünerek Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Nedir? Buradaki 2,5 milyonun tamamı oraya gitmeyi zaten düşünmüyor. Şimdi meseleye sanki bizim bir problemimiz yokmuş da ülkemize gelen Suriyeliler buraya Avrupa’ya gitmek için transit gelmişler gibi bakmak ve meseleyi hafife almak, problemimizin boyutlarını anlamamaktır bana sorarsanız. Sınırlarımız içindeki Suriyeliler artık Türkiye nüfusunun bir parçasıdır. Önce bu gerçeği bir tespit edelim. Türkiye, artık 80 milyonu aşkın nüfusu olan bir ülkedir. Çağımız işte böyle bir çağdır.
Avrupa’yı unutup ortadaki meselenin ne tür sonuçları olduğuna bir bakın önce. Dün Türk elitlerinin temel derdi, Kürtlerin yüksek doğurganlık oranı nedeniyle ülkedeki Türk-Kürt dengesinin zaman içinde nasıl değişeceğiydi. Artık o eski denklem daha da karışık hale geldi. Şimdi memleketin Arap nüfusu birden sıçradı. Dengeler yeniden değişti. Türkiye 100 milyona doğru giderken“3 çocuk yapın” tarzında mesaj tasarımı yapanların işi daha bir zorlaştı. Bu bir. İkincisi, tartıştığımız “ana dilde eğitim” konusu da artık daha bir karışık oldu. Şimdi büyüyen Arap nüfusumuzun da herhalde bazı talepleri olur. Öyle üçüncüsü filan diye, okul, hastane gibi en temel ve en haklı taleplere şimdi hiç değinmeyeceğim. Ama değişen bir şey oldu. Kırılma gözümüzün önünde yaşanıyor.
Şimdi bizim zaten bu problemler üzerine düşünmemiz gerekiyor. Avrupa Birliği ile başlayan diyalog, bizim de onların da tarafsız bir konu üzerinde birlikte teknik anlamda çalışmamızı gerektiriyor. Konunun Türkiye’nin üyeliği ile doğrudan bir alakası yok. Ama bundan 6-7 yıl önce, Olli Rehn Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesiyken aradığımız pozitif gündem aslında tam da bu tarz bir şeydi. İşte istediğimiz oldu. Şimdi oturup bardağın dolu tarafını konuşmak, bu süreci güven artırıcı bir işbirliği gündemine dönüştürmek gerekiyor. Benim gördüğüm kadarıyla, Dışişleri Bakanlığımız da tam bunu yapıyor. Türkiye Avrupalı olmuyor. Ama her şey iyi giderse yürüyüşümüz yeniden başlayabilecek. Bu da iyi elbette. Bundan sonra olacaklar, tarafların niyetine ve becerisine bağlı bana sorarsanız.
Bu yeni Suriye gündemiyle Avrupa, krizden sonra ilk kez kendine geliyor, gözlerini dışarıya çeviriyor. Türkiye-AB diyalogu yeniden canlanıyor. Türkiye, Avrupa’ya gözlerini çevirerek kendine geliyor, ait olduğu yere doğru gitme kararlılığını ortaya koyuyor.
Ben hep diyorum, Türkiye, Batı’nın bir parçasıdır. Suriye krizi, Türkiye’nin Batılı olduğunu açık seçik ortaya koymak için bir fırsattır. Türkiye, artık istikameti değişmiş, Başbakanı AB liderleriyle Brüksel’de aile fotoğrafına dahil olan bir ülkedir.
Peki, bu yeni istikametten bakınca Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklu yargılanması nasıl yorumlanabilir? Olsa olsa eski Türkiye’den kalma bir reflekstir. Ayıbın acilen düzeltilmesi gerekir.
Bu köşe yazısı 04.12.2015 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.