TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçtiğimiz haftalarda Volkswagen’in baş aktörü olduğu bir skandal haberi gündemi meşgul etti. Neydi bu skandal? Volkswagen şirketi, kullandığı bir yazılımla dizel araçlarındaki emisyon değerlerini gerçekte olanın oldukça altında (40 kat) gösterdiği ortaya çıktı. Olay her ne kadar ABD Çevre Koruma Ajansı’nın testleri sırasında ortaya çıkmış olsa da bu aldatmacanın sadece Amerika’daki araçlarla sınırlı olmadığı, VW’nin tüm dünyada satmış olduğu 11 milyon araçta da benzer bir düzeneğin olduğu söyleniyor. Çıkan haberlerle birlikte firmanın hisseleri yüzde 18 değer kaybına uğrarken, karşılaşması muhtemel itibar kaybının da firmanın önümüzdeki dönemdeki gelirleri üzerinde önemli etkisi olacağı tahmin ediliyor.
Anlaşılıyor ki ne bu VW’in ilk vukuatı, ne de VW böyle bir aldatmacayı yapan tek firma. Türkiye’de en çok satılan araba markalarından biri, hatta 2015 yılının ilk 6 ayında en çok satılan marka, olmasına rağmen Türk yetkililer konuyla ilgili bilgilendirici bir açıklama yapmazken İsveç Ulaştırma Kurulu VW’in 11 milyon aracından 61 bin 686’sının İsveç’te olduğunu ve VW dışında Audi, Skoda ve Seat gibi markaların da emisyon testlerinde hile yaptığını açıkladı. Araba markalarının dışında benzer aldatmaların beyaz eşya gibi rekabetçiliğini enerji verimliği üzerinden sağlamaya çalışan dayanıklı tüketim malları sektöründe de olduğu konuşuluyor.
Bu skandal konuşulmaya başlandığında VW CEO’su Winterkorn sorumluluğu üstlenerek istifa etti. Her ne kadar Winterkorn’un VW ile ilişkisinin tam olarak kesilmediği yönünde haberler çıkmış olsa da sorumluluğu birilerinin üstlendiğini ve (yetersiz de olsa) bazı yükümlülüklerle karşılaştığını görmek güzel. Peki böylesine bir aldatmacanın ortaya çıkmasıyla şirketlerin değerleri düşerken, yöneticiler yükümlülüklerle karşılaşırken vatandaşlarına benzer vaatlerde bulunan ülke liderleri de benzer tepkilerle karşılaşması gerekmez mi?
Küresel ısınma/iklim değişikliği ve insan faaliyetlerinin etkisi üzerine özellikle 1980 sonrasında konuşulmaya başlandı ve bu dönem içerisinde, bilim adamları tarafından iklim değişikliğinin geri dönülemez etkilerinin engellenebilmesi için sanayi devriminden bu yana yaşanan küresel ısınmanın 20C seviyesinde tutulması gerektiği ortaya kondu. Bu hedef çerçevesinde 1992’de oluşturulan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi altındaki Kyoto Protokolü, taraf olan ülkelerin emisyonlarını 1990 seviyesine göre azaltımını hedefliyordu. 1997 yılında son halini alan Kyoto Protokolü ancak 2005 yılında yürürlüğe girebildi. İlk uygulama dönemi olan 2008-2012 yılları arasındaki performans değerlendirilecek olursa, hedefe yönelik çarpıcı bir sonuç elde edilemediği görülüyor (Şekil 1). Yalnızca 2008/09 döneminde, küresel ölçekte yavaşlayan ekonomik aktivite ile emisyonların da azaldığı, ancak sonrasında artış eğilimine geri döndüğü izleniyor. Oysaki 20C hedefinin tutturulabilmesi için emisyon patikasının 2050 yılında en yüksek değerine ulaşması, 2100 yılında ise nötrlenmesi gerekiyor.
Şekil 1: Küresel Sera gazı Emisyonları ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla gelişmeleri (1990-2012)
Kaynak: IMF-WEO ve WRI verisetleri
Bu resim IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) tarafından 2014 yılı Sentez raporunca da doğrulandı. 6 yılda bir, 800’den fazla bilim insanının katkısıyla hazırlanan raporun öne çıkardığı sonuçlar 1850’den bu yana küresel ortalama sıcaklık artışı 10C civarında olduğu, üstelik bu artışın 0.90C’lik kısmının 1990 yılından bu yana yaşandığı doğrultusunda. 2014 yılının tarihin en sıcak yılı olduğunu 2015 yılı başında NASA tarafından açıkladı ve 2015’in en sıcak yıl olma yolunda olduğu konuşulmaya başlandı bile. Herhangi bir önlem alınmaması durumunda ise sıcaklık artışının 40C ve üzerinde olabileceği hesaplanıyor. Yani o kadar gürültüye rağmen, işler pek de iyiye gitmiyor.
Kyoto Protokolü’nün ilk uygulama dönemindeki başarısızlığın ardından iklim değişikliği camiası şimdi COP21’e yani, 2015 sonrasındaki dönemin nasıl şekilleneceğine odaklanmış durumda. Kyoto’nun daha sert anlaşma çerçevesi ülkeler arasında büyük bir anlaşmazlığa yol açınca ve Amerika, Çin gibi en büyük kirletici ülkelerin imzalayıcı olmamaları ve hatta Kanada’nın Protokol’den çekilmesi ile sonuçlanınca yeni dönem çerçevesi için, herkesin daha kolay dahil olabileceği ve böylelikle daha kapsayıcı olmayı hedefleyen bir yaklaşımla yola çıkıldı. Buna göre Kasım 2015’te Paris’te yapılacak olan taraflar konferansı öncesinde, ülkelerin emisyon azaltımlarına ne kadar katkıda bulunabileceklerini beyan etmeleri istendi. Bu hedefler Kyoto’da olduğu gibi 1990 yılını baz alan, belli azaltım oranlarını dikte etmemekte, tam tersine ülkelerin kendi belirledikleri baz yıllarına ya da temel senaryoya oranla, kendileri için uygun olabileceğini düşündükleri seviyedeki azaltma niyetlerini beyan etmelerini istemektedir. Yani bir nevi “iyi niyet beyanı”… 1 Ekim’e kadar sekreterya tarafından toplanacak olan bu beyanlar derlenerek COP 21’de görüşülecek olan anlaşma metnine altlık oluşturacak.
Peki 1 Ekim’i geride bıraktığımız şu günlerde emisyon azaltım beyanlarındaki durum ne? Şu ana kadar 119 ülke (Avrupa Birliği’nin 28 ülkesini teker teker sayılacak olursa 148 ülke) niyet beyanında bulunmuş durumda. Türkiye’deki iklim değişikliği çevreleri Türkiye’nin pozisyon açıklayıp açıklamayacağını merak ederken 30 Eylül günü UNFCCC’ye Türkiye’nin beyanı sunuldu. Tabii son dakikacı ülkeler Türkiye ile sınırlı değil. İlk beyanı 2015 Şubat ayında İsviçre’nin yapmasının ardından, ülkelerin yaklaşık olarak yarsının beyan için son 3 günü bekledikleri görülüyor.
Söz konusu ülkelerin toplam GHG emsiyonlarının yüzde 85’inden sorumlu oldukları hesaplanıyor. Bu açıdan bakıldığında bu dönem için hedeflenen kapsayıcılık hedefinin gerçekleştiğini görüyoruz. Ama bu beyanlar iklim değişikliğinin geri dönülemez etkilerini engellemeye yetecek mi diye soracak olursak, beyanların yetersiz olduğunu vurgulamakta fayda var. Ülkelerin çoğunluğunun bir baz yıılna oranla değil, baz senaryodan azaltımı hedefledikleri görülüyor. Özetle hedef, artıştan azaltım… Böyle bir yaklaşımın da acil pozisyon alınması gereken bir alanda sonuca yönelik bir adım olmayacağı çok açık. 20C hedefinin artık tutturulabilir bir hedef olmaktan çıktığının gittikçe daha çok seslendirilmeye başladığı bir dönemde küresel emisyonların yüzde 73’üden sorumlu en büyük 10 kirletici ülkenin[1] beyanda bulunarak sorumluluk almaları herhalde en azından “hiç yoktan iyidir” şeklinde karşılanmalı.
Türkiye’ye geldiğimizde ise, küresel sera gazı emisyonlarına yaptığı yaklaşık olarak yüzde 1’lik katkı ile en büyük kirleticiler arasında bulunmasa bile emisyon artış hızı bakımından dikkat çekici bir ülke ile karşılaşıyoruz. Türkiye, 2012 yılı verilerine göre OECD ülkeleri arasında yüzde 133 artışla ilk sırada geliyor. En yakın takipçisi ise yüzde 58 ile Malta. 2013 yılında ise emisyon değerlerinin ilk defa GSYH hareketinden ayrıştığı ve artan ekonomik aktiviteye karşın azaldığı görülmekte (Şekil 2). Bu azalışın Türkiye’nin birincil enerji arzında taş kömürü ve linyit payının yüzde 30’dan yüzde 26’ya düştüğü dönemle örtüşmesi de dikkate değer başka bir konu.
Şekil 2: Türkiye’nin Sera gazı Emisyonları ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla gelişmeleri (1990-2013)
Kaynak: TÜİK ve TCMB
Her ne kadar Kyoto’nun ilk uygulama döneminde “özel şartlar”ını öne sürerek pozisyon almaktan imtina etmiş olsa da Türkiye, 2015 sonrası için öngörülen görece rahat çerçeve ile çekingenliğini üzerinden atmış görünüyor. Ancak Türkiye temkini elden bırakmayarak 30 Eylül’de UNFCCC sekreteryasına teslim ettiği beyanname ile, emisyon azaltımını baz senaryoya oranla gerçekleştireceğini açıklayan ülkeler arasında yer aldı. Açıklanan hedeflere göre Türkiye, 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını yüzde 173 artırmayı planladığı baz senaryosundan yüzde 21 azaltım yapma niyetinde. Yani sözlerini yerine getirmesi durumunda emisyon artışı halen yüzde 116 seviyesinde olacak. Sanıyorum bu noktada, iyi senaryo altında bile Türkiye’nin emisyonlarındaki yıllık ortalama artış hızının, hedef açıklamadığı 1990-2012 dönemi ile oldukça yakın olacağını söylemekte fayda var. Yani an itibariyle “kayda değer bir çaba sarf etmeyeceğimiz”i açıkladığımız bir beyannameye sahibiz.
Peki iyi senaryo “hiçbir şey yapmamak” anlamına geliyorsa Türkiye’nin kötü senaryosu nereden çıkıyor? Bu sorunun cevabı ise Türkiye’nin enerji talep projeksiyonlarında gizli. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin resmi hedeflerle uyumlu olarak yüzde 5 büyüyeceği varsayımıyla yapılan projeksiyonlar, herkesin üzerinde mutabık kaldığı ve daha gerçekçi olan yüzde 3’lük büyüme oranı ile karşılaştırıldığında elbette çok daha yüksekte kalıyor. Böylelikle Türk’ün aklı bir kez daha üstün geliyor ve emisyon azaltımına yönelik önlemler almak yerine, basit aritmetik hesaplarıyla yüzde 21’lik bir hedef açıklamayı başarabiliyor.
Bugün artık bu gibi naif aldatmacalarla geçiştirebileceğimiz, kafamızı başka tarafa çevirince yok sayabileceğimiz, “sürdürülebilirlik” ya da “yeşil kalkınma” gibi etiketlerle yalnızca kendi marka değerimizi artırıp sorumluluktan kaçabileceğimiz bir dönemde değiliz. Zaman çok dar ve kaybedecek koskoca bir dünyamız var. Bu nedenle 2015 sonrası dönem için hazırlanacak olan anlaşma çerçevesi tahmin edilenden daha bağlayıcı olmalı. Ülkelerin beyan ettikleri hedefler doğrultusunda attıkları ya da atmadıkları adımlar da kamuoyu tarafından en az VW skandalı kadar yakından takip edilmeli ve sorumlulardan hesap sorulmalı.
[1] 2012 verilerine göre en çok sera gazı salımı yapan 10 ülke sırasıyla: Çin, ABD, AB28, Hindistan, Rusya, Japonya, Brezilya, Endonezya, Meksika ve İran.