TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Biz Türkiye’de hiçbir meseleyi normal bir biçimde tartışamıyoruz. Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde yüreğimizi yaralayan, Orta Doğu’ya özgü bir terör saldırısı oldu. Hayatını kaybedenlerin sayısının çift haneli rakamlarla ifade edildiği saldırılar Bağdat’ta olurdu. Rakka’da, Anbar’da olurdu. Orta Doğu’da bir yerlerde olurdu. Şimdi artık Türkiye’de de oluyor. Bu elbette son derece kötü. Devletimiz, aynı Irak ve Suriye’deki devlet olma karakterini yitirmiş enkaz yığınları gibi kendi vatandaşlarını koruyamıyor. Sınırlarımız içindeki bir saldırıda, Bağdat’ta hep olduğu gibi onlarca sivil hayatını kaybediyor.
Saldırıdan bu yana Türkiye’deki tartışmaları hayretle izliyorum. Herkes buraya nasıl geldiğimizle ilgili uzun uzun analiz yapma yarışında. İyi kötü bir şeyler söylüyorlar. Ama hepsi de dünün olmuş bitmiş işleri ile ilgileniyorlar. Kimse içinde olduğumuz durumdan nasıl çıkacağımız konusuyla ilgilenmiyor. Bence ya umurlarında değil ya da fikirleri yok.
Bir gökdelenin altmışıncı katından düşerken, son anda bir ipe tutunan ve altmışıncı kattan aşağıya sallanmaya başlayan bir kişi sizce ne düşünür? “Yahu ben şimdi bu duruma nasıl düştüm?” diye geniş bir durum değerlendirmesi mi yapar yoksa “bir an önce kendimi nasıl yukarı çekip ayaklarımı yeniden betona basarım” diye can havliyle yukarıya tırmanmaya mı çalışır? Ben Türkiye’nin vaziyetinin bugünlerde tam da böyle olduğunu düşünüyorum. Yapmamız gereken önce işe odaklanıp durumu iyiye çevirmek. Sonra nasılsa uzun uzun konuşuruz. O vakit “Kardeşim, sen de neden o altmışıncı kat terasının demirleri üzerinde en hızlı kim koşar diye bahse girdin? Hadi bahse girdin, neden kalkıp bir de koşmayı denedin? Bu arada, elinde o şampanya şişesinin ne işi vardı?” filan diye sual de ederiz. Ama şimdi Türkiye buradan nasıl çıkar üzerine düşünme zamanı. Türkiye şimdi nasıl adımlar atmalı, bunun üzerine kafa patlatma zamanı. Enerjimizi doğru noktaya yönlendirmemiz lazım.
Bu durum yeni filan da değil. Ben 2001 krizi zamanını da pek iyi hatırlıyorum. Kriz sonrasında ana tartışma konusu neydi? Herkes hemen “Hükümet nerelerde hata yaptı da Türkiye’de böyle bir iktisadi kriz oldu” diye tartışmaya başladı. Biz hemen dünü tartışmaya başladık. Önümüzdeki politika seçeneklerini konuşmak yerine, “dün ne yapsaydık, bugün böyle olmazdı”, onu tartışmaya başladık. Halbuki nasıl geçmişe mazi, yenmişe kuzu denirse, işte o tartışmanın da içinde bulunduğumuz duruma beş paralık faydası yoktu. O vakit hepimiz için acı olan neydi? Türkiye’de hiç kimsenin 2001 krizi gibi bir krizden nasıl çıkılabileceğine ilişkin, bırakın onu, yüzde 80’lerde seyreden enflasyonun nasıl düşürülebileceğine ilişkin uygulanabilir bir planı yoktu. O gün öyleydik.
Bugün de hala aynı yerdeyiz. Etraftaki tartışmalar bana yalnızca o günleri hatırlatıyor. Aradan on beş yıl geçti. O gün Türkiye’nin kişi başına milli geliri 3 bin dolar civarındaydı. Bugün bu tutar 10 bin doları aştı. Ama felaketle karşılaştığımızda hala aynı tür tepki veriyor olmamız, ileriye değil geriye bakıyor olmamız, en hafifinden ayıptır gibi geliyor bana doğrusu.
Aynı biçimde, İran konusunda da etrafta bir telaş görüyorum birkaç gündür. Herkes bir yerlerde İran pazarının Türkiye ekonomisi açısından öneminden filan bahsedip kaçırılmaması gereken fırsatın altını çiziyor. Ama kimse yapılması gereken işi tarif etmiyor. Sanki tren kaçıyormuş da biz de oturmuş birbirimize nasıl treni kaçırdığımızı anlatıyoruz. Halbuki koşup o trene yetişmek, fırsatı değerlendirmek lazım. Benim anladığım, mağaza, fırın filan açacağız. Ama orada onlardan zaten var. Yenilerini açacağız zahir. Ötesine geçen bir şey duyamadım. Hep aynı yani. Yine yapacağımız işe odaklanmıyoruz. Daha önce yaptıklarımızı anlatıyoruz.
Hatırlayalım, 2013 yılının Haziran ayı civarında İran’da cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Seçimi Hasan Ruhani kazandı. Nasıl kazandı? Aşırılara karşı ılımlıların adayı olarak kazandı. Sonra aynı Ruhani, İran’ı herkes tarafından dışlanan bir parya devleti olmaktan çıkarmak üzere çalışmaya başladı. Sonra ne oldu? Herkes aslı ile konuşmak varken aracı kullanmanın manasız olduğunu gördü. P5+1 nükleer görüşmeleri başladı. Sonra İran dünya ile nükleer santralleri konusunda uzlaştı. Ne kadar sürdü? Yaklaşık iki yıl. Şimdi ne olacak? İran adım attıkça, İran’a karşı ekonomik yaptırımlar kalkacak. Peki, bu yarın mı olacak? Hayır. İran bankalarının normal bir biçimde işlemeye başlaması herhalde bir yıl daha alır. Nasıl alır? Anlaşma önce ABD’de Kongre’den ve İran’da Parlamento’dan geçecek. Geçenlerde yapılan bir açıklamada, İran’daki onay sürecinin sekiz ay alabileceği belirtiliyordu. Neden? Kongre’den onay ancak altı ya da sekiz ayda tamamlanacak. Sonra İran’ın uygulama sürecinde atacağı adımları göreceğiz. Atılan adımlara göre ekonomik yaptırımlarla ilgili değişimler devreye girmeye başlayacak. Nedir? İran’ın küresel ekonomiye entegrasyonu ve bu süreçte Türkiye’nin rolü üzerine düşünmek için hala az da olsa zamanımız var. Ben artık büyük düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Peki, büyük düşünebilmenin yolu nedir? Önce konu üzerine en az on beş dakikalık bir değerlendirme yapmadan ağzını açmamaktır. İkincisi, koyma aklın kapıya kadar olduğunu idrak etmiş olmaktır. Üçüncüsü, hazırlıklı olmaktır.
Bu köşe yazısı 23.07.2015 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024