Arşiv

  • Haziran 2024 (14)
  • Mayıs 2024 (16)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)

    Türkiye Batı’nın ayrılmaz parçasıdır

    Güven Sak, Dr.14 Mayıs 2015 - Okunma Sayısı: 1548

    Neden Türkiye Batı’nın ayrılmaz bir parçasıdır? Çünkü Türkiye ekonomisi, küresel ekonominin ayrılmaz bir parçasıdır. Evvelki gün 2015 yılı Mart ayına ilişkin ödemeler dengesi bilançosu rakamları açıklandı. Yandaki grafik gösteriyor. Mart ayı itibarıyla Türkiye’nin cari işlemler açığı yükseldi. 2014 Mart’ından 2015 Mart’ına cari işlemler açığımız yaklaşık 1,5 milyar dolar arttı, neredeyse 5 milyar dolar oldu. İhracat azaldı, ithalat arttı. Bu yıl böyle olacak.  Kötü mü? İyi ya da kötü değil, bir vakıa. Daha önce defalarca söylediğimi hatırlıyorum: Vakıa ile kavga edilmez. Neden böyle oldu diye üzülmenin de bir manası yoktur. Olup bitmiş işte. Ne yapılır? Önce bu bizi nasıl etkiler diye bir hasar kontrolü yapılır, ondan sonra da olası hasarı sınırlandırmak için alınması gereken tedbirler üzerinde durulur. Ben ise bugün bir adım daha geriye gidip, cari işlemler açığının ne anlama geldiğine ve makro iktisadi yönetime nasıl bir görev yüklediğine bakmak istiyorum, müsaadenizle. Bakın Türkiye neden Batı’ya aittir?

    Cari işlemler açığı, Türkiye’yi Batı’nın ayrılmaz bir parçası haline getiren ana kanaldır. Düzelterek söyleyeyim: Cari işlemler açığının finansmanı meselesi, Türkiye’yi Batı’ya bağlayan ana kanaldır. Batı açısından bakıldığında bizi onsuz olmaz bir konuma yerleştirmektedir. Beğenseniz de böyledir, beğenmeseniz de böyledir. Kavga çıkarmanın anlamı yoktur nitekim. İsterseniz geçenlerde bana söylendiği gibi, “Vallahi Türkiye’yi Batı’ya bağlayan başka kanal kalmadı” da diyebilirsiniz elbette. İsterseniz emperyalizme göbekten bağlı olmaktan mutsuz da olabilirsiniz ama olsa olsa kendinizi yer bitirirsiniz.  Şimdi yandaki tabloya bir bakın. Nedir? Türkiye ekonomisinin en temel özelliği yurt içi tasarrufların bu büyüklükte bir ekonomiyi döndürmeye yetmemesidir. Daha somut söyleyeyim, Türkiye’nin milli gelir içindeki payı yüzde 10’lara yaklaşmış bir tasarruf seviyesi ile kişi başına geliri 10 bin dolara ulaşmış 77 milyon kişilik bir ekonomiyi çevirebilmesi mümkün değildir. Türkiye, bu büyüklükte bir ekonomiyi çevirebilmek için dış tasarrufları çekmek zorundadır. Yabancıların tasarrufları olmadan Türkiye ekonomisinin 10 bin dolarlık kişi başına milli gelire sahip bir ülke olabilmesi mümkün değildir.

    Yapılan hesaplar, yabancı tasarruflar olmasa, Türkiye’de kişi başına milli gelirin olsa olsa 6 bin dolar düzeyinde olacağını göstermektedir. Nedir? Yabancı tasarruflar olmasa, Türkiye ekonomisinde önemli bir daralma beklemekten başka çare yoktur. Türkiye ekonomisinin şimdilerde olduğu gibi 800-900 milyar dolarlık bir işlem hacmine sahip olmasının nedeni nedir? Ekonomimizi finanse etmek için buraya gelen yabancı tasarruflardır. Şimdi şöyle bir düşünün. Yabancı tasarruflar aynı bugünlerde olduğu gibi hisse senetlerinden çekilir, devlet iç borçlanma senetleri piyasasından çekilir, Allah göstermesin, buraya gelmemeye karar verirse ne olur? Ekonomi bileşik kaplar gibidir. Hemen yeni bir dengeye oturur. Döviz kuru intibakı ile denge yeniden sağlanır. İçeride yurt içi fiyat intibakı ile süreç devam eder. Türkiye yeni bir denge noktasına gelir. Eskisinden daha fakir olur. Ama dengede olur.

    Peki, bu yabancı tasarruflar nereden gelmektedir? Batıdan elbette. Ucuza fon temin edilebilecek en derin finansal piyasa, dolar cinsinden araçların olduğu piyasadır. Batı’nın tasarrufları Türkiye ekonomisini döndürmektedir. İşte Türkiye’yi Batı’ya ait kılan ana kanal budur. Önümüzdeki sorunun ne olduğu açıktır? Kim Türkiye ekonomisini kendi kararı ile yarı yarıya daraltmayı göze alabilir. El cevap: Hiç kimse. O vakit, arada etrafta duyduğunuz Batı karşıtlığı, olsa olsa kuru gürültüden ibarettir. Türkiye, iktisadi olarak tartışmasız bir biçimde Batı’ya aittir. Küresel sistemin her zaman yapıcı olması gereken bir parçasıdır. Ayrılmaz parçadan kastım biraz da bu küresel sistemin yapıcı bir parçası olma zorunluluğudur. Türkiye söz konusu olduğunda, acı da olsa, tatlı da olsa hakikat budur. Siz gözlerinizi kapatıp hayallere daldığınızda bu durum ortadan kalkmaz. Bu aralar faiz insin diye bir argüman duymuyor olmanız boşuna değildir.

    Türkiye’nin 1980’lerde finansal serbestleşme sürecine giren ilk ülkelerden biri olması Turgut Bey’in de hakikatin farkında olmasındandır. Hakikatin acı da olsa, tatlı da olsa farkında olmak gerekir. Yurt içi tasarrufları düşük olduğu için yabancı tasarruflara ihtiyaç duyan bir ülkede ekonomi yönetiyorsanız öncelikle, uluslararası finansal piyasalarda esen rüzgarlardan haberdar olmanız gerekir. Fon akımlarının devletten devlete olmaktan çıkıp, piyasa tabanlı olmaya başladığı 1980’lerde Türkiye, yabancı tasarruflar Türkiye’ye akabilsin diye bir dizi yeni kanal açmış ve mevzuatını değiştirmiştir. Özelleştirme öyle başlamıştır. Borsa o nedenle yeniden inşa edilmiştir. Sermaye piyasaları oradan çıkmıştır. Kamu menkul kıymetleri piyasası bugünkü haline o nedenle gelmiştir. Merkez Bankası para piyasalarını o nedenle yeniden düzenlemiştir. Dün için doğru olan bugün için de doğrudur. O rüzgarları takip etmezseniz, gemiyi karaya oturtursunuz. Bu birinci noktadır.

    Geleyim ikinci noktaya. Peki, yurt içi tasarruflar artırılarak bu bağ tamamen ortadan kaldırılabilir mi? Bence hayır. Olsa olsa fiyat intibakı olur. Kendi yağımızla kavrulan daha fakir bir ülke oluruz. Doğrusu ben Türkiye’nin kendi tasarrufları ile kavrulan bir ülke olmaya ikna edilemeyeceğini düşünüyorum. Bu nedir? Küçülmektir. Ayrıca bu tasarruf dediğiniz öyle finansal kurum kurmakla, getiri vermekle kolayca artmaz. Tam tersine siz daha iyi işleyen finansal piyasa kurdukça, millet gelecekteki gelirlerini de bugüne taşıyıp, şimdiden harcamaya başlar. Ne olur? Hane halkı borçları artar, tasarruflar daha da azalır, cari işlemler açığı büyür. Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın Avrupa Birliği serüveni tam da budur. Bu da olsun ikinci nokta.

    Peki, ne yapmak gerekir? Düşük yurt içi tasarruf ve yüksek cari işlemler açığı ikilemi bir nevi öldürmeyen ama ondurmayan bir kronik hastalık gibidir. Aynı multipl skleroz (MS) filan gibi bir şey. Onu kabullenip, onunla birlikte yaşamaya alışmak gerekir. Hasta önce hasta olduğunu kabul edecek, sonra da hastalığı ile barışarak onu yönetmeyi öğrenecektir. Bunun başka bir çaresi yoktur. Türkiye artık daha akıllı bir makro yönetim anlayışını kabul etmelidir. Kronik tasarruf açığının getirdiği büyüme volatilitesini yönetmek, Türkiye ekonomisini yönlendirenlerin temel önceliği olmalıdır. İşte o noktada, bir geçiş dönemi tedbiri olarak Türkiye’nin yeni bir maliye politikasına ihtiyacı vardır. Bu da olsun üçüncü nokta.

    Vakıa ile kavga edilmez. Kavga etseniz de kar etmez. Sen gözlerini kapayınca dünya ortadan kalkmaz. Türkiye,  sistemin yapıcı bir parçası olması gerektiğini de fark etmelidir. Türkiye’nin tek önceliği Türk malı yüklü konteynerlerin yolunu açmak ve zenginleşme sürecini yeniden başlatmaktır. Kalanı hikâyedir.

     

    Bu köşe yazısı 14.05.2015 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır