TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Bu yıl Moore yasasının 50’nci yılı. Mühendis Gordon E. Moore’un 1965 yılında Electronics dergisinde yayımlanan yazısında dile getirdiği gözlemi sonradan Moore yasası olarak adlandırılmıştı. Doğrusu ya, Gordon Moore onu yasa olsun filan diye dile getirmemiş. Yasanın 50’nci yılı için IEEE Spectrum dergisinde kendisiyle yapılan söyleşide öyle diyor. Hawaii’deki evinin arka bahçesinde sırtını okyanusa vermiş mutlu bir mühendis gördüm ben. American Intel şirketinin kurucularından olan mühendis Moore aslında sade ve basit bir gözlemini dile getirmiş, sonradan bu gözlem herkes için bir kural olmuştu. Moore yasasına göre, mikroişlemciler üzerindeki transistör sayısı her 18 ayda bir 2 katına çıkacak ve bu yolla mikro işlemci maliyetleri sürekli azalırken işlem kapasitesi sürekli yükselecekti. Moore, 1975 yılında bu transistör sayısının ikiye katlanma süresini 2 yıla çıkardı. Ve işte buna Moore yasası denildi. Yasa çalıştı: 1955’ten 2014’e transistör fiyatları hep düştü, üretilen transistör sayısı ise hep arttı. Yalnızca 2014 yılında, 2011 yılı öncesinde tarih içinde toplam ne kadar transistör üretilmişse o kadar daha üretildi. 2014 yılının her saniyesinde 8 trilyon transistör yapıldı. Bu rakam Samanyolu’daki yıldız sayısının 25, bilinen galaksi sayısının ise 75 katıymış.
Peki, Moore yasası neden işledi? 1961 yılından başlayarak yalnızca Intel’in çığır açıcı adımlarından kaynaklanmıyor bu maliyet düşüşü ve kapasite artışı. Ortada bir sürü inovasyon var. Bugün size anlatmak istediğim hikaye nedeniyle son derece seçici olayım bu gelişmeler konusunda müsaadenizle. Ümit Kıvanç’ın deyimiyle “maksatlı bilimsellik” yapayım. Vallahi yer yok diye. 1967 yılında DRAM (dynamic random access memory) teknolojisinin Amerika’da geliştirilmesi de bu süreçte önem taşıyor mesela. Elektronik eşya endüstrisinin gelişmesinde de önemli rol oynuyor ayrıca. Hem Japonya’da hem de Kore’de önemli rol oynuyor.
Şimdi geleyim Moore yasası ile ilgili okuduklarımın bana ne düşündürdüğüne? Ben önce Kore’de 1983 yılında Amerikan lisansı ile DRAM üretiminin nasıl başladığını ve Kore’nin bu sayede elektronik işlemci devrimini nasıl yakaladığını hatırladım. 2012 ve 2013 yıllarında mikro işlemci üreten şirketler listesinde ilk 3 hiç değişmiyor. Şirketlerin yerleri değişebiliyor ama ilk 3’te yer alan şirketler hiç değişmiyor: Samsung Electronics, Intel ve Qualcomm. İlki Kore’den, diğer ikisi ise Amerika’dan. 1998’den önce Japon şirketleri Kore şirketlerinin önündeydi. Sonra Samsung onları geçti. İşin temelinde yer alan mikro işlemcileri üretme kapasitesini artıran Kore, sonra ev elektroniğinde de liderliği aldı. Not edeyim.
Bundan 2 yıl kadar önce Samsung ile bizim Vestel’i yine Radikal’de karşılaştırmıştım. “Samsung diye bir yer mi var?” başlıklı yazıyı yeniden okuyunca, işin bu mikro işlemci üretimi boyutundan hiç bahsetmemiş olduğumu gördüm. Ben farkı bu işin yarattığı kanaatindeyim doğrusu. Sonra Türkiye’de biz bu mikroişlemci işine hiç mi girmeye çalışmadık diye merak ettim. Murat Eskiyerli’nin bir makalesinde sorumun cevabını buldum. 1980’lerde biz de Amerikan lisansı ile mikro işlemci üretsin diye TESTAŞ’ı, bir kamu şirketini kurmuşuz esasında. Ama orada kalmış. Not edeyim aklınızda kalsın: Kore gibi biz de 1980’de bu işe girmişiz. Kore bir özel şirketi kullanarak bu işe girmiş, Samsung Vestel’i sollayarak kocaman olmuş. Biz, aynı yıllarda bir devlet şirketi ile aynı teknolojiyi transfer edip işe koyulmuşuz, ortaya Samsung’daki gibi bir ticari başarı çıkmamış. Fark nerede? Fark, teknoloji transferini hangi araçla ve nasıl yaptığınızda. Altını çizeyim, kulaklara küpe olsun.
Bütün bunları bir haber nedeniyle yazıyorum. Geçen gün Radikal’de çıkan haber şöyleydi: Sayın Cumhurbaşkanımız, ASELSAN’ın, Türk Telekom’un Argela’sı ile birlikte geliştirdiği 4G milli baz istasyonu standını gezmiş. Orada kendisine “4G ihalesi önceden planlandığı gibi 2017 yılında kalsaydı, Aselsan da hazırlıklarını tamamlayabilirdi ve milli baz istasyonumuz olurdu, iyisi mi bu ihaleyi şimdilik iptal edelim” denmiş. Haber, Türk tipi bir koordinasyon hatasının altını çiziyordu. Ben haberi okuyunca, teknoloji transferi konusunda son 35 yıldır çok konuşup hiç öğrenmediğimize karar verdim. Yabancı teknoloji Türkiye’ye kamu şirketleri eliyle gelmez. Türkiye’nin ASELSAN-HAVELSAN-Mikes-TAI tecrübesi teknoloji transferinin nasıl olmayacağına, bu işin nasıl yapılamayacağına örnektir. 4G ihalesini zaten rekabet gücü olmayan kamu şirketlerini korumak için iptal edeceksek, etmesek daha iyi olur derim. Rekabet gücü yüksek ürün rekabeti kısıtlayarak üretilemez. Nokta. Türkiye için inovasyonun maksadının, ileri teknolojili ihracatta artış olarak anlaşılması gerekir. Kalanı laftır. Ben bu işe daha bir yakından bakmak isterim doğrusu.
Peki, bir özel şirket olan Vestel’in yabancı cep telefonu şirketlerine karşı korunma kararı çıkartmaya çalışmasına bu çerçevede nasıl bakmak gerekir? Ekonomi Bakanlığı’nda yürüyen bu soruşturmaya da geleceğim. Daha vakit var.
Bu köşe yazısı 24.04.2015 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024