Arşiv

  • Haziran 2024 (14)
  • Mayıs 2024 (16)
  • Nisan 2024 (15)
  • Mart 2024 (19)
  • Şubat 2024 (19)
  • Ocak 2024 (18)
  • Aralık 2023 (17)
  • Kasım 2023 (14)
  • Ekim 2023 (15)
  • Eylül 2023 (12)
  • Ağustos 2023 (21)
  • Temmuz 2023 (18)

    Kore’de ithal ikamesi hâlâ olur, Türkiye’de zinhar olmaz

    Güven Sak, Dr.27 Şubat 2014 - Okunma Sayısı: 2200

    Geçen Salı genel yayın yönetmenimiz “Hem korumacılık. Hem uluslararası rekabet gücü. Aynı anda olabilir mi? Nasılını bilmem ama bakın size bir örneğini aktardım” diyordu. Örnek, Güney Kore’nin Apple’ın i-Pad’inin ülkeye girişini birkaç ay geciktirerek, kendi tabletini yapmakta olan Samsung’a nasıl pazar kazandırdığı ile alakalıydı. TEPAV araştırmacılarından İrem Kızılca’nın bir çalışmasına dayanıyordu. Doğrusu ya tam yerine denk geldi. Ben de bu aralar tam da bu konu üzerine düşünüyorum. TÜBİTAK’tan, KOSGEB’e etrafa cömert destekler dağıtıyoruz. Girişimcilik filan gelişsin diye çevreye para saçıyoruz. Ama olmuyor. Neden olmuyor? Ben AR-GE işinin ciddiyetini, manasını kavrayamadığımız kanaatindeyim. Teknoloji geliştirmeyi, tarlada domates yetiştirmekle karıştırıyoruz gibi geliyor. Bu iş öyle tohumu ektim. Suyunu da verdim. Yahu bu neden büyümüyor demekle olmuyor. Sayın Hakan Güldağ’ın verdiği örnek bizde olmayanın Kore’de nasıl olduğunu gösteriyor bana kalırsa. Bu çağda ithal ikamesi olmaz ama bu çağda milli teknoloji geliştirmek isteyenin, AR-GE’ye önem vermek isteyenin yeterli sabra ve azme sahip olması gerekir. O sabır ve azmin kendisini üzerinde iyi düşünülmüş, akıllı destekler biçiminde hepimize göstermesi gerekiyor. Bizim neyimiz yok? İşte tam da böyle üzerinde düşünülmüş, akıllı bir destek sistemimiz yok.

    Milli araba öyle “Hadi bakalım, yapıverin” demekle olmaz. Şimdi burada otomobil gibi küresel bir değer zinciri gerektiren alanın ek zorluklarına girmeyelim. Diyelim ki, milli araba fikri, milli teknoloji yaratma azmidir. Bu işler öyle yapacak babayiğit arayarak da olmaz. AR-GE’nin, teknoloji geliştirmenin makbul olanı bir kerelik olanı değil, sürdürülebilir olanı. İşte onun için AR-GE sabrı ve AR-GE azmi gerekiyor. O da bizde yok. Öncelikle tarihsel olarak, şirketlerimizde yok. Bu aralar, Türkiye’de mühendis olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorum. Geçenlerde bir dostum bana mühendislerimizi istihdam eden şirketlerimizde üretim faaliyetinin nasıl örgütlendiğini anlattı. Bizde mühendislik dediğiniz tasarıma ilişkin mühendislik çizimleri bir lisans anlaşması ile alınan belli bir ürünün yerel üretim hattı ve tedarik zincirinin belirlenmesinden oluşuyor. Bir grup oturup, arkasındaki matematiksel hesapları bilmedikleri çizimlere bakarak, o ürünü, bu ülkede nasıl üreteceklerini belirlemeye çalışıyorlar. Çalışan bir radyoyu söküp, her parçasına tek tek bakarak, aynısını yapmaya çalışmaktan farkı yok bu işin. Elbette bir iş yapılıyor. Ama bir radyoya bakarak, ondan daha iyisini yapabilmek, bu yolla radyo teknolojisini ileriye sıçratabilmek mümkün değil. İkinci bir grup ise nasıl üretileceği belirlenen bu ürünün üretim hattının en etkin biçimde nasıl örgütlenebileceği ile ilgileniyor. Oradan da bir teknolojik sıçrama beklememek gerekiyor. Bugünün ilk sonucunu buradan çıkarayım, müsaadenizle. Alışmış olduğumuz biçimde çalışmaya devam ederek, teknolojik bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz mümkün değil. Bizim mühendislerimiz öyle çalışmaya alışkın değil.

    Mühendislik kültürümüz teknolojik sıçramaya müsait değil. En azından bana öyle geliyor. 
    Bir mühendis dostum, “Şöyle diyeyim” demişti, birlikte çay içerken, “Bu bardağın nasıl yapılacağını, çizimlerden biliyoruz ama buna bir kulp tak desen nasıl yapmamız gerektiği konusunda yeterli donanımımız olmuyor”. Uyarlamacı mühendislik dediğim bu işte. Kötü değil, işe yarıyor. Ama açıktır ki, sıfırdan matematik hesapları ile yeniden yaratamıyorsanız, teknoloji sizin olmuyor. Teknoloji transferi esasen işlemiyor. Peki, bu verili mühendislik kültürü söyler misiniz, kimin kabahati? Herhalde mühendislerin değil. Onlar bu verili koşullarda çalışıyorlar. Şirketlerimiz mühendislerden başka bir iş yapmalarını istemiyorlar. Kimse laboratuvarlarda teknoloji geliştiriyorum diye para yiyecek beyaz fil benzeri temel bilimciler istemiyor. O beyaz filler olmadan da milli teknoloji olmuyor. Peki bu durumda ortadaki uyarlamacı mühendislik kültürü şirketlerimizin kabahati mi? Hayır. Ben bu ortamın Türkiye’nin kamu politikalarının kabahati olduğunu düşünüyorum. Enerjide yerli teknolojiyi destekliyoruz diye konuşuyoruz. Ama sonra ne oluyor? Yerli katkının yüzde 90’ları aşan, olmayacak bir düzeyde olmasını istiyoruz. Yetmiyor. İki yıl içinde hizmete hazır hale gelmesini istiyoruz. Yetmiyor. Dünyadaki en iyi teknolojiden de daha iyi olmasını istiyoruz. Bir nevi iki yıl içinde bir Porsche bekliyoruz. Ben kamu alımları politikamızın milli teknoloji geliştireceğim varsayımı ile tasarlanmadığını, manasız olduğu için de şirketlerimizin ve mühendislerimizin geçmişten gelen alışkanlıklarını değiştiremediğini düşünüyorum. Kalan bütün teşvikler ise yalnızca verili uyarlamacı mühendislik kültürünü destekliyor. Teşvikler akıllıca tasarlanmıyor dediğim işte tam da bu.

    Geleyim üçüncüye. Teknoloji geliştirme azminiz varsa öncelikle uzun vadeli bir oyun planınızın olması gerekiyor. O uzun vadeli oyun planı içerisinde, yöneticilerin hedeflere kilitlenmiş olması gerekiyor. Hedefler konusunda laf olsun diye değil, içlerinden gelerek konuşmaları gerekiyor. Yöneticilerinizin gelecek seçimlere değil, gelecek kuşaklara odaklı olması gerekiyor. Ülkenin kendi teknolojisini önce ülkenin kendi kurumlarının satın almaya hazır olması gerekiyor. Bu çerçevede bakarsanız, mesele, yeni teknoloji ve ARGE ise, bir nevi, sonu mutlaka rekabete açmakla biten bir sınırlı ithal ikamesi sürecine dahi ihtiyaç duyulabiliyor. Ama gelin bir de Türkiye’ye bakın. Bu tür denemeleri yapabilecek, akıllı teşvikleri tasarlayacak idarenin, attığı taşın kaç kuşu vurduğunu bilmesi gerekiyor. Geçenlerde bu işleri bilen bir arkadaşım “5 milyar dolar destek dağıttık, kaç kuruşluk fayda sağladık bilmiyoruz.” diyordu. Mevcut sistemin işe yaramadığı kanaatindeydi. Ama işe yarayıp yaramadığını o bile tam olarak bilmiyordu. Bilmezseniz, akıllı bir destek sisteminiz olmaz. Bilmezseniz, gerektiğinde ithal ikamesini nasıl kullanacağınızı da bilemezsiniz.

    Hal böyle olunca, cevap şudur: Bu çağda ithal ikamesi olmaz. Bu idari kapasite ile bu çağda ithal ikamesi olmaz. Koreliler yapabilir. Türkler yapamaz.

     

    Bu köşe yazısı 27.02.2014 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.

    Etiketler:
    Yazdır