TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
“Bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?” Ortaokulda veyahut lisede matematik, fizik, biyoloji veya kimya derslerini alırken pek çok öğrenci bu soruyu sormuştur. Sanırım bugünlerde bu soru Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı seviyesinde de tartışılıyor. Lütfen Bakan Nihat Ergün’ün sözlerini bir okuyun:
“Pastaneciler bile sorun yaşıyorlar. Garsonluk yapacak çok sayıda insan başvuru yapıyor ama pasta yapacak adam başvurmuyor. Üniversitelerle ilgili yeniden yapılanma süreci var. Piyasaya duyarlı bir eğitim verip vermediği konusunda bir değerlendirme yapacağız. Öyle meslek dalları açılmış durumda ki meslek yüksekokulu olsun fakülte olsun piyasada karşılığı yok ve insanlar o meslekleri üniversitede okumaya devam ediyorlar. Bizim piyasamızda hiç karşılığı olmayan meslekler ya da çok sınırlı ama üniversite eğitimi bunun 10 katı. Örneğin fen edebiyat fakültelerinin sayısı çok fazla ancak kimya, fizik, biyoloji mezunlarının çalışabileceği alan çok kısıtlı. Bunların yeniden planlanması lazım.” *
Nihat Ergün’ün iki temel hatası var. Birincisi, “piyasa” dediğinde kastettiği şey Türkiye piyasası. Yani üniversiteleri, Türkiye’deki işverenlerin ihtiyaçlarına göre düzenlemeyi öneriyor. İkincisi, zaman aralığını dar tutuyor. Sadece işverenlerin mevcut ihtiyaçlarını göz önüne alıyor. Her iki kısıt da 2023 hedefleriyle uyuşmuyor. 2023 hedeflerine baktığımızda gördüğümüz şeylerden bazıları şunlar: Kişi başı 25 bin dolar gelir, 500 milyar dolar ihracat, yerli uçak, yerli oto, Avrasya’nın üretim üssü, bilişimde öncü konum, yerli bilişim, her kente Ar-Ge merkezi vb. Türkiye’nin bunları gerçekleştirebilmesi için teknolojik ilerlemeye ihtiyacı var. Hedeflerdeki “yerli” vurgusuna bakılırsa, Türkiye teknolojik ilerlemeyi sadece teknoloji transferi ile değil, teknolojiyi bizzat kendisi üreterek yapmayı hedefliyor. Peki, yeni teknoloji üretebilmek için ne lazım? Teknolojik yeniliklerin temelini oluşturan temel bilimlere hâkim olmak lazım.
Bilim ve teknoloji tarihine baktığımızda bunu açıkça görüyoruz. İki örnek vermekle yetineceğim. Birincisi: Süperiletken teknolojisi geliştiren kişiler şunlar: Kamerlingh Onnes, John Bardeen, Leon N. Cooper, Robert Schrieffer, J. Georg Bednorz ve K. Alex Müller. Hepsi fizikçi. Hepsi Nobel Fizik Ödülü almış.[1] İkinci örnek biyolojiden geliyor. Biliyorsunuz geçenlerde bir öğretmene derste evrim teorisi anlattı diye soruşturma açıldığı haberi çıktı.* Evrimi ve biyolojiyi sevmiyor olabiliriz ama evrimci biyologlar çok faydalı bilim insanlarıdır. Muhtemelen bunun farkında değiliz. Bakın evrimci biyologların hayatımıza katkılarını sayayım: HIV’in insanlara bulaşması ve gelişmesi ile ilgili mekanizmaları belirliyorlar, salgın hastalıkların gelişmesi ve yayılması ile ilgili mekanizmaları ortaya çıkarıyorlar, yeni hastalıkların gelişme mekanizmalarını inceliyorlar, genetik bozukluklarla ilgili hastalıkları anlamamızı sağlıyorlar, vesaire, vesaire… Bu çalışmalar sayesinde yeni aşıların geliştirilmesine, AIDS ve kanser gibi hastalıkların tedavisine ve salgın hastalıkların ortaya çıkmasının ve yayılmasının önlenmesine katkıda bulunuyorlar.[2] Fizik ve biyoloji örneklerinde matematiğin rolünün yadsınamaz olduğunu da unutmayalım. Şimdi diyelim ki, şu anda Türkiye’deki işverenler fizikçilere, matematikçilere, biyologlara ihtiyaç duymuyor. Bunu dikkate alarak, gerçekten bu bölümleri kapatmalı mıyız, yoksa dünya çapında fizikçiler, matematikçiler ve biyologlar yetiştirmek ve bölümlerin kalitesini arttırmak için mi çalışmalıyız? Bu bölümleri kapatmak mı, yoksa dünya ile rekabet eder hale getirmek mi bizi kalkındırır? Bu retorik bir soruydu. Pek tabii ki ikincisi!
Türkiye’nin teknolojik yeniliklere imza atmasının önündeki temel engellerden biri temel bilimlerdeki geri kalmışlığımızdır. Türkiye, kalkınmak için iyi matematikçilere, iyi fizikçilere, iyi biyologlara ve iyi kimyagerlere ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla, şimdi “bu meslekler para etmiyor” demek, Türkiye’nin uzun dönemli planlarıyla hiç uyuşmuyor.
Tamam fizikçiler, biyologlar ve matematikçiler işe yarıyor. Peki doğrudan teknolojinin gelişmesine katkı yapmayan bölümleri kapatmalı mıyız? Mesela, felsefecileri, primatologları, antropologları falan ne yapacağız? Bunlara ihtiyaç duyuyor muyuz? Tabii ki duyuyoruz. İlk önce, bu alanların hepsinin pratik katkıları var. Örneğin, gelişmiş ülkelerde primatologlar diğer bilim insanlarıyla birlikte siyaset bilimine ve iktisada sayısız katkıda bulunuyor. Biz, “ne yapacağız bu felsefecileri?” derken gelişmiş ülkelerde bilim felsefecileri ile fizikçiler bir araya gelip kuantum evreninin sırlarını anlamaya çalışıyor. Ama teknolojik gelişme perspektifinden baktığımızda her bilim ve araştırma alanının pratik katkı yapması da gerekmiyor. Ar-Ge, innovasyon, teknolojik ilerleme bir sinerji meselesi. Daha teknik ifadeyle söylersek, bilgi üretimi pozitif dışsallıkları sayesinde daha fazla bilgi üretimini körüklüyor. Bizim “ne yapacağız bunları?” dediğimiz pek çok araştırma alanı evrensel bilginin üretilmesi için diğer araştırma alanları ile işbirliği içinde çalışıyor ve dünyayı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Eğer dünyayı değiştirecek teknolojik yenilikler üretmek istiyorsak, dünyayı daha iyi anlamamız gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında bugün Türkiye’deki işverenlerin ihtiyaç duymadığı alanları önemsiz olarak kabul etmek, bu bölümlere girmeyi düşünen çocukların hevesini kırmak, doğru bir yaklaşım değil. Dolayısıyla, illa ki bir piyasayı dikkate alacaksak, dünya bilgi piyasasını dikkate almalı ve bunu geleceği düşünerek yapmalıyız. Geleceğimizi bugünkü pratik ihtiyaçlarımızla kısıtlamak mantıklı bir strateji değil!
Peki, piyasayı ne kadar dikkate almalıyız? Piyasayı tamamen göz ardı etmek mümkün olmadığına göre dikkate alacağız elbet. Ancak, bunu yaparken üniversiteleri meslek okullarına çevirmek yapabileceğimiz en büyük yanlışlardan biri olur. Adı üstünde, meslek okulları, Bakan Ergün’ün istediği pastacıları, bankacıları, overlokçuları, dalgıçları, teknik çizim elemanlarını vb. eğitecek kurumlardır. Örneğin, aslında bankacı olmak için dört senelik iktisat bölümünü bitirip Leontief paradoksunu, Stolper-Samuelson teoremini falan bilmeye gerek yok. Benzer bir biçimde pastacı yetiştirmek için de üniversitede 4 senelik bölüm açmaya gerek yok. Aslına bakarsanız, KPSS’den iyi bir not almak için de iki senelik bir eğitim yeterli olur. İki senelik bir meslek eğitimi ile pek çok işin ihtiyacı olan bilgi ve beceri öğrencilere aktarılabilir.[3] Üniversiteler, sadece piyasa için eleman yetiştirilen fabrikalar olarak düşünülürse, üniversite eğitimi dershane eğitimine benzer bir hale gelir. Üniversitelerin ve dershanelerin farklı kurumlar olduklarını, farklı işlevlere sahip olduklarını, birbirlerinin yerini tutamayacaklarını hatırlamamızda fayda var.
Üniversiteye gelen öğrenci sadece iş bulmak için değil, soru sormayı, sorgulamayı, araştırmayı ve doğruları ortaya çıkarmak için nasıl çalışılması gerektiğini öğrenmek için gelmelidir. Bu uzun dönemde bilim, sanayi ve teknolojinin gelişmesine büyük katkılar yapar. Bunun aksi, yani üniversiteyi sadece bir meslek eğitim kurumu olarak görmek, bilim, sanayi ve teknolojinin gelişmesine değil, başka ülkelerde üretilen bilim, sanayi ve teknolojinin kullanabilmesine katkıda bulunur. Türkiye’nin uzun dönemli planları düşünüldüğünde yapmamız gereken doğruyu aramaktır, sadece piyasaya eleman yetiştirmek değil. Üniversiteler bir taraftan iyi mühendisler, iktisatçılar, doktorlar yetiştirirken bir taraftan da iyi felsefeciler, fizikçiler, matematikçiler ve biyologlar yetiştirmelidir. Felsefeden, matematikten, fizikten, biyolojiden vb. anlamayanların ülkesinde teknolojinin gelişmesini de bekleyemeyiz.
Son olarak, Nihat Ergün’ün açıklamasındaki vurguya dikkat edin, piyasada karşılığı olmayan bölümlerden bahsediyor ve bu bölümlerin bir kısmının kapatılacağı “müjde”sini veriyor. Piyasayı önemsemek demek, piyasadaki firmaların devletten bağımsız olarak aldıkları kararlara güvenmek demektir. Anlaşılan o ki Nihat Ergün piyasaya üniversitelerin geleceğini teslim edecek kadar güveniyor. Ancak, bu yaklaşım bir çelişki içeriyor. Bakan Ergün, bir taraftan piyasadaki şirketlere güvenirken diğer taraftan üniversitelere güvenmiyor. Güvenmediği için hangi bölümün açılacağına, hangisinin kapatılacağına devletin karar vermesini uygun görüyor. Eğer bireylerin devletten bağımsız bir biçimde geleceğimiz için doğru kararları alabileceğine gerçekten güveniyorsak, üniversiteler hakkındaki kararları üniversitelerin bağımsız biçimde almasını değil, devletin almasını savunmamız yanlış olur. Madem özgür bireylerin kararları bu kadar önemseniyor, o zaman üniversitelerde hangi bölümlerin olacağına, hangi bölümlerin olmayacağına neden merkezi bir biçimde karar veriliyor? YÖK ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı piyasanın ne istediğini merkezi bir biçimde takip etmeyi ve buna göre bölüm açıp kapatmayı neden kendilerine görev biçiyor? Madem bireylere ve piyasaya bu kadar güveniyorlar, hangi bölümün açılacağını, hangisinin kapanacağını da üniversitelere bırakmalılar. Her üniversite kendi kararını kendisi vermeli. Bazı üniversiteler istedikleri gibi piyasaya yoğunlaşsın, diğerleri bilime, felsefeye, sanata odaklansın. Olmaz mı? Şimdi diyeceksiniz ki “ama YÖK?”, doğru işte ben de onu diyorum!
Özet: Birincisi, üniversitelerin dershaneye veya meslek okuluna döndürülmesi kabul edilemez. İkincisi, her şeyi merkezden yönetmek bireyi ve piyasayı önemseyen mantıkla çelişmektedir. Özerk üniversiteler merkezden halledilemeyecek pek çok sorunun üstesinden gelebilir. Üçüncüsü, sadece yerel işgücü piyasasını değil, dünya ölçeğindeki bilgi piyasasını dikkate almak zorundayız. Bilginin üretilmediği yerde bilim, sanayi ve teknoloji olmaz. Üniversiteleri meslek okulu gibi görmek, Bakan Ergün’ün aynı konuşmada vurguladığı teknoloji ihtiyacı ile çelişmektedir. Üniversite üniversitedir, meslek okulu değil. Bunu unutmayalım. Sorunun asıl kaynağının hangi bölümün açılacağına, hangisinin kapanacağına merkezi olarak karar veren yaklaşımda olduğunu ise hiç mi hiç unutmayalım.
[1] Bizim piyasada iş bulması pek muhtemel görülmeyen fizikçilerin nelere kadir olduklarını görmek için isterseniz Amerikan Fizik Enstitüsü’nin web sayfasını bir ziyaret edin: http://webster.aip.org/success/
[2] Bu konuda David Mindell’in The Evolving World: Evolution in Everyday Life (2006, Harvard University Press, sf. 95-150) başlıklı kitabına bakabilirsiniz.
[3] Bu arada, meslek edinmek için üniversiteye gelen öğrenciler neden meslek okullarını tercih etmiyor diye düşünmemizde de fayda var. Erkekler için askerlik süresi bir neden olabilir mi? Peki ya meslek yüksek okullarının itibarı?