TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçenlerde memleketin Güneydoğu'ya düşen taraflarından gelen genç bir işadamı tam da başlıktaki gibi söyledi: "Ben" dedi, "esasen bu krizden pek memnunum." Ben öyle "Yahu bu ne diyor böyle" diye bakarken o ekledi: "Bu kriz bizi hakikaten teğet geçti." Anlatan genç ve de başarılı bir işadamıydı. Son derece samimi bir biçimde anlatıyordu. Hiç de öyle, ismi lazım değil, öfkesi ile ünlü bir siyasetçiye dert anlatıyor pozisyonda da değildi. Dolayısıyla hani öyle Nasrettin Hoca sendromundan mustarip olmasına gerek yoktu. Hatırlarsınız canım, Nasrettin Hoca sendromunu. Timur, ordusunun bakım için kendi köylerine bıraktığı fili beslemekten bıkan Akşehir halkı, Hoca'yı önlerine koyup, şikâyette bulunmak üzere Timur'un huzuruna gider. Filin yiyip içtikleri halkı canından bezdirmiştir. Fil bakımı öyle bütçeleri teğet filan geçiyor değildir. Her zalim gibi Timur'un da öfkesinin nereye varacağı hep meçhul olduğu için şikâyet dilekçesi grubu içinde "yürekler Selanik"tir. Bu nedenle Hoca'yı ikna etmek kolay olmaz. Huzura vardığında, Hoca bir bakar ki, "Hoca arkandayız" diye onu yola koyanların hiçbiri ortada yok. Huzura da varmış, bir şey demesi lazım, yoksa Timur'un da öfkesi malum. Sağı solu belli olmaz. Hoca selamını verir ve Timur'a ne der? "Sultanım, Akşehir'e bakım için bıraktığınız filden pek memnunuz. Yalnız zavallıcık pek sıkılıyor, müsaade verseniz de bir ikinci fili de filimize arkadaşlık etmek üzere Akşehir'e gönderseler" der. Şimdilerde biri bana "vallahi bu kriz bizi teğet geçti" dese ilk önce aklıma "Aman da ne güzel filimize kardeş gelmiş!" başlıklı bir Nasrettin Hoca sendromu gelir. Zulüm altında hayat işte böyledir. Peki, şimdi ortada Nasrettin Hoca sendromu da yoksa işin aslı nedir? Anadolulu genç işadamının muradı ne olabilir? Elbette ben de bunu sordum. Doğrusu ya, son derece makul ve mantıklı bir cevap aldım. Bugün, müsaadenizle bu cevabı sizinle paylaşayım. Paylaşayım ki, daha önce ekonomimizde ikili yapı diye bahsettiğim konu daha iyi anlaşılabilsin. Merak edenleri beklerim efendim. "Ben esasen bu krizden memnunum. Hakikaten bizi teğet geçti. Bu kriz sayesinde, sektörde, bizimle rakip olan çok sayıda işletmenin pazar payı bize geçti. Daha önce bizimle rekabet eden ve ülkenin batısında kurulu birçok işletme, işini tatil edip, piyasa payını orta yerde bırakınca, bizim işler azalmadı. Arttı" dedi genç işadamı. Siz bu durumda ne sorarsınız? Ben kendi şirketlerinin nasıl faaliyet gösterdiğini merak ettim ve özellikle bu küresel krizle birlikte kendi işletmesinde işlerin yürüme biçiminde bir farklılık olup olmadığını sordum. Bunun üzerine, "Elbette bir farklılık oldu" dedi. "Eskiden 1 milyon dolara döndürdüğümüz iş hacmini çevirebilmek için artık 2.5 milyon dolar gerekmeye başladı. Piyasada paranın dönüş hızı yavaşladı. Bu kriz işletme sermayesi ihtiyacımızı önemli ölçüde yükseltti. Ama bizim nakit kaynağımız vardı. Bu nedenle hiç sorun olmadı. Tam tersine, elinde nakit kaynağı olmayanların, işletme sermayesini zamanın gereklerine uygun biçimde artıramayanların pazar payları bize geçti" diye de ekledi. Bana kalırsa genç işadamının tespiti son dönemde Türkiye'de olup biteni pek güzel özetliyor. Bu kriz, artan işletme sermayesi ihtiyacını kolaylıkla massedebilecek geniş bir işletme sermayesi tabanına sahip olan firmalarla finansmana erişim zorluğu çekmeyen firmaları o kadar da olumsuz etkilemedi. Benim bir süredir, "Türkiye ekonomisinde ikili bir yapı gözlenmektedir" diye ifade etmeye çalıştığım tam da budur. Olayın esasen sektörle ya da şirketin doğrudan verimliliği ile bir alakası da yoktur. Mesele doğrudan doğruya işletme sermayesi ihtiyacına şirketin cevap verebilip verememesi ile ilgilidir. Buradan çıkarılması gereken ilk sonuç şudur: Günün meselesi, şirketlerimizin işletme sermayesi ihtiyaçlarına bir cevap bulabilmektir. Bankalarımız bu soruya bir cevap bulabilme kapasitesine sahiptir, ancak bunu tek başlarına yapmaları zordur. Neden zordur? Çünkü zaten sırtlarında halen yüzemeyen bir dizi şirketin yükünü taşımaktadırlar. Bu da ikinci noktadır. Üçüncü tespit ise şöyledir: Bankalarımızın, şirketler kesiminin işletme sermayesi ihtiyacına cevap verebilmek için desteğe ihtiyacı vardır. Burada Dünya Bankası ile yürütülen KOBİ kredileri verme arayışı ve de Kredi Garanti Fonu'na yeni bir kefalet mekanizması ekleme çalışması doğru yolda adımlardır. Ancak Kredi Garanti Fonu düzenlemesi, Hazine tarafından, yanlış yapıldığı için sistemin amaca uygun işlemesi fevkalade zordur. KOBİ kredileri arayışında ise bankalarımızın çalışma pratiklerini kapsamlı bir biçimde gözden geçirmeleri gerekmektedir. "Zengin arabasını dağdan aşırır. Fakir düz ovada yolunu şaşırır" dedikleri işte budur. İşin temeli işletme sermayesidir. Dayanma gücü de toparlanma gücü de işletme sermayesi tabanının genişliği ile alakalıdır.
Bu yazı 02.03.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.