TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Bu hafta Tekel işçileri meselesi ile ilgili ne düşündüğümü sizlerle paylaşmıştım. Bu arada üniversite sınavına bu yıl girecek öğrencilerin katsayı derdi de ortalığı kapladı. Hiç düşündünüz mü, üniversite sınavına bu yıl girecek öğrencilerle Tekel'in tütün işleme tesislerinin kapatılması ile 4-C statüsüne aktarılacak işçilerin ortak yanı nedir? "Hadi canım" demeyin, gelin bir dinleyin: İkisinin ortak yanı da kamuda sürekli değişen kararlar nedeniyle yakın geleceği öngörememektir. Öngörülemezlik karar almayı zorlaştırır. Yatırım ortamını da bozar. Geleceğini tasarlamak isteyenleri zora koşar. İç karartır. Kötüdür. Türkiye, kamu kararları ile bireylerin hayatlarının karartılması, geleceklerinin belirsizleştirilmesi konusunda dünya rekortmeni sayılır. Sıralamaya kalksak, şu son birkaç aydan geriye filan gitmeden, öğrenciler ve işçilerden başlayıp, tam gün yasası ile doktorları, hastane sahiplerini, eczacıları ve de ilaç şirketi çalışan ve yöneticilerini şıpın işi listeye ekleyebiliriz. Böyle bir ülkenin yatırım iklimi ile ilgili algı anketlerinde ilerleyebilmesi mümkün değildir. Nitekim ilerleyememektedir de. Peki, nedir Türkiye'nin problemi? Türkiye'nin problemi idarenin, bireylerin günlük hayatlarına nasıl müdahale etmekte olduğunun farkında olmamasıdır. İdaremiz karar alırken küçük bireylerin hayatlarının bundan nasıl etkilenebileceğini takmaz. Vardır bir hesabı. Ama o hesabın içinde insanların mağdur olması hususu yoktur. İsterseniz şu öğrenciler meselesinden başlayalım. Öğrencilerin derdi zinhar bu Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yöneticilerinin siyasi kimliği ile alakalı değildir. Dünün YÖK'ü de bugünün YÖK'ü kadar bireylerin günlük yaşamlarını takardı. YÖK cephesinde, biz zavallı fanilerin, günlük hayatları açısından bakıldığında değişen bir şey yoktur. Bu yıl üniversite sınavları yaklaşık üç ay sonra başlayacaktır. Ama bakın öğrenciler ne yapacaklarını bilmemektedirler. Ortadaki bürokratik-yasal mücadele nedeniyle halen üç ay sonra sınava girecek öğrencilerin nasıl tercih belirleyeceğine ilişkin sistem ortaya çıkmış değildir. Önce YÖK, imam hatip mezunlarını gözeterek, meslek lisesi mezunlarının katsayı mağduriyetini gidermek üzere bir düzenleme yapmıştır. (İmam hatip olmasa bu işe bakmazdı ya, neyse o konuya girmeyelim.) Daha sonra Danıştay bunu iptal etmiştir. Bunun üzerine bürokratik mücadelenin ikinci raunduna geçilmiştir. YÖK, Danıştay'ın dediklerini fazla dikkate almadan, şaka gibi bir düzenleme yaparak "Hadi bakalım, gücü gücü yetene" demiştir. Danıştay resti görmüş ve yeni YÖK düzenlemesi için de iptal kararı vermiştir. Herkes şehvetle itişmektedir. Bürokratik-yasal mücadelenin bir sonraki aşaması için taktik belirlemektedir. Ama bu arada kimse bu yıl sınava girecek öğrencileri düşünmemektedir. Normal ülkelerde bu iş nasıl olur? Varsa katsayı adaletsizliği ile mücadele edilmez mi? Elbette edilir. Ama Hazreti Süleyman'ın adaleti ile mücadele edilir. Çocuğun velayetini almak için adaletine başvurulduğunda, Hazreti Süleyman ne yapmıştır? Ortadaki iki anne adayına çocuğu ikiye bölmeyi önermiştir. O vakit, çocuğunu düşünen gerçek anne geri adım atarak hakkından vazgeçmiştir. Diğeri ise kavganın şehvetinden, çocuğun ikiye bölünmesinin iyi bir fikir olduğunu söylemiştir. Amaç, kavgayı kazanmak olunca, çocuk bizatihi bir varlık olarak asla düşünülmez. Hazreti Süleyman bunun üzerine çocuğu davasından vazgeçen gerçek anneye vermiştir. Kıssanın hissesi şudur: YÖK ya da Danıştay, her ne ise kimse sınava girecek çocukları düşünmemektedir. Ortada kazanılacak bir kavga ve bunun şehveti vardır. Birkaç çocuğun mutsuzluğu olsa olsa teferruattır. Şimdi sorsanız, herkes size "Onlar bizim geleceğimizdir" başlıklı parlak nutuklar atarlar. Ama sonuç ortadadır. Çocuklar mağdurdur. Mağduriyeti büyütünce, ortada daha çok mağdur olunca nedense bu "büyükler" çok sevinmektedirler. Bu "büyükler" çok komiktir. Peki, normal ülkelerde ne yapılır? Gayet basit: Ne adım atılıyorsa, birkaç yıl sonrası için geçerli olarak devreye sokulur. Arada insanların uyum sağlaması ve bürokratik itişme ihtimali için bir pay bırakılır. Pay bırakılır ki, daha fazla insan mağdur olmasın. Ama burada ben mağdursam, sen de mağdur olmalısındır. Hatta herkes mağdur olmalıdır. Bizimkilerin içi başka türlü rahat etmez. Ortada marazi bir "mağdurum/mağdursun/mağduruz" psikozu vardır. Hayat burada böyledir. Bu durum bu YÖK'e mi özgüdür? Yok canım, işleyiş mantığı ve mağdur yaratma becerisi açısından Tezer YÖK'ü ile Özcan YÖK'ü arasında, vallahi bir fark yoktur. Bundan birkaç yıl önce son anda sınav sistemi değişiklikleri ile lise son sınıfa gelmiş öğrencilerin bazı tercihleri yapmaları adeta imkânsız hale getirilmemiş midir? Getirilmiştir. Bizde böyledir. Sınav sistemi değişikliklerini hemen yapıp, gençleri şaşırtmazsak, hatırımız kalır. Yaklaşım aynıdır: Kamusal kararların bireylerin hayatlarında yol açtığı sonuçlar kamusal kararları verenleri hiç ama hiç ilgilendirmez. Bu umursamazlık son derece kötüdür ama vardır. Bu topraklarda bireylerin hayatları ile ilgili duyarsızlık diz boyudur. Tekel işçilerini 4-C'ye almak demek, onlarla sınırlı süreli bir yıllık bir sözleşme imzalamak demektir. Bir yıl sonra ne olacağına bir yıl sonra karar verilecektir. Arada geçen zamanda büyüklerimiz biz zavallı faniler için en iyi olanı bize sormadan belirleyeceklerdir. Onlar işte böyledirler. Hep böyledirler. Sormadan hayatlarımıza hoyratça girerler. Yarın için "evet" ya da "hayır" diyemezler, sadece "galiba" derler. Kamuda anlayış böyle olursa, daha çok sorarız kendimize "Neden bu ülke istihdam yaratan ileri teknoloji getiren yatırımcı çekemiyor" diye. Varsa yoksa enerji varsa yoksa telekom varsa yoksa gayrimenkul. Yarın hangi otoritenin nasıl davranacağının öngörülemediği iklimlerde geleceğe yatırım yapılmaz. Gün kurtarılır, para öyle kazanılır. Hayat da böyle işler işte.
Bu yazı 11.02.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.