TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
COP15'in ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği konferansları serisinin on beşincisi Kopenhag'da (COP15) devam ediyor. Toplantı iki nokta üzerine odaklanıyor: Birincisi, güzel mavi küremizi daha uzun bir süre türümüz için yaşanabilir kılabilmek için bu gezegen üzerinde, bugünkü hayat tarzımızın neden olduğu, yıllık karbon emisyonlarına bir sınır getirmek. İkincisi ise mevcut hayat tarzımız her yıl artan oranda karbon emisyonuna neden olduğuna göre hayat tarzımızdaki değişikliğin getireceği faturayı kimin, nasıl üstleneceğine bir karar vermek. Bu kararlar verilebilecek mi? Galiba hayır. Aslında Kopenhag Zirvesi'ne doğru gidilirken buradan, Kyoto Protolü'nün yerini alacak bir anlaşmanın çıkabileceğine inanılıyordu. Anlaşma çıkmayacak ama nereye doğru gittiğimiz ortada. Mavi yerkürenin tüm sakinleri hayat tarzımızda artık bir değişiklik yapma zamanının geldiğini görüyor. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin ortaya koyduğu pazarlık pozisyonları gidişatın yönü hakkında bir fikir veriyor. Herkes pozisyonunu belli ediyor ama Türkiye'nin Kyoto'yu imzalayıp, söz hakkı sahibi olmasına rağmen her nedense pek sesi çıkmıyor. Neden acaba? Aslında bundan önce ortada bir anlaşma vardı. Protokol, 1997 yılında karara bağlanmış ve 2005 yılında yürürlüğe girmişti. Kasım 2009 sonuna kadar Türkiye dahil pek çok ülke protokole daha yeni dahil oldu. Neden böyle oldu? Çünkü Amerika Birleşik Devletleri (ABD) protokole katılmamıştı. Halbuki küresel karbon emisyonunun 1990'da yüzde 36.1'i ABD'den kaynaklanıyordu. Dünya bundan çok değil, on yıl kadar önce hiç de bugünkü dünyaya benzemiyordu. Bugün ABD'nin küresel karbon emisyonu içindeki payı yüzde 20'ye düştü. Karbon emisyonlarında birinciliğe yüzde 20,1 ile Çin Halk Cumhuriyeti yerleşti. Peki, bu neden böyle oldu? Hızlanan küreselleşme süreci uygarlığımızın ulaşmış olduğu hayat tarzını büyün imkânları ile kürenin daha geniş bir bölümüne yaydı. Uygarlığımız Asya'daki alanını birazcık genişletti. Bu ne demektir? Bizimkisi bir teknik uygarlıktır. Medeniyetler Buluşması gibi halkla ilişkiler (PR) faaliyetleri zihninizi bu konuda karıştırmamalıdır. Günlük hayatımızı devam ettirmek için, belli miktarda enerjiye ihtiyaç duyuyoruz. Kışın evimizi teknik uygarlığımızın ulaştığı seviyeye uygun olarak, Ankara'da da New York'ta da aynı biçimde ısıtmak durumundayız. Akşam evlerimizi kandil gibi aydınlatmadan yapamıyoruz, bunun için enerjiye ihtiyacımız var. Bir ampulü yakmak için ihtiyaç duyduğumuz enerji, Tel Aviv'de de aynı, eğer elektrik bulabilirseniz Kabil'de de aynı. Sabahları işe giderken kullandığımız otomobil Cidde'de de Madrid'de de aynı miktarda enerjiye ihtiyaç duyuyor. Teknik uygarlığımızın geldiği seviyede hayat tarzımız fosillere dayalı enerji kaynaklarına ihtiyaç duyuyor. Bu, kullandığımız teknoloji ile yakından alakalı. Kullandığımız teknoloji uygarlığımızın temelini oluşturuyor. Ortada bir Hıristiyan, Müslüman, Yahudi ya da 36 milyon tanrısı ile bir Hindu teknolojisi de bulunmuyor ki, malum biri çıkıp da "Bana Müslümanlar çevreye zarar veriyor, dedirtemezsiniz" filan desin. (Yok, 1980 öncesinin çatışmacı zihniyetini olduğu gibi yansıtan o ifade bu bağlamda değildi galiba. Uysa da uymasa da fena durmadı, bana kalırsa.) Neyse dönelim meseleye. Mesele gayet basittir: Bundan böyle hayat tarzımızı dayandırdığımız temel enerji kaynaklarını hem çeşitlendirmek hem de değiştirmek durumundayız. Demek ki neymiş? Çevre politikası tasarımı demek aslında enerji politikasının tasarımı demekmiş. Güzelim mavi küremizi türümüz için yaşanmaz hale getiren, aslında hayatımızı idame ettirmek için kullandığımız teknolojinin dayandığı enerji kaynağıdır. Enerji kaynağı değişikliği demek teknoloji değişikliği demektir. COP15 çerçevesinde adım atmak demek, bir büyük değişiklik ve maliyet anlamına gelmektedir. Birincisi, günlük hayatımızda kullandığımız bütün aygıtları dayandıkları enerji kaynağı açısından gözden geçirmemiz gerekmektedir. Etrafınıza bir bakın ve saymaya hemen başlayın. İkincisi, böyle bir değişiklik, büyük bir teknolojik yenilenme hamlesi içerecektir. Üçüncüsü, son derece maliyetli olacaktır. İşte günün problemi budur. Kimler bu maliyeti üstlenecektir? COP15'in Kyoto sürecinden en önemli farkı bu kez yalnızca gelişmiş ülkelerin değil, gelişmekte olan ülkelerin de bir maliyeti üstlenmek üzere devreye girmesidir. Ama bakın bu tam da doğru değildir. Daha fosil yakıtlara dayalı güçlü bir ulaştırma altyapınız yoksa, fosil yakıtlara dayalı olmayan bir yeni dünyaya geçmek daha çok maliyetli olmayabilir. Mesela dedik elbette. Elbette daha pahalı olduğu alanlar da vardır. Ama ille de tartışmasız daha pahalı değildir. Peki umut nerededir? Umut piyasa mekanizmasındadır. Belli bir enerji kaynağına dayalı bir teknolojik altyapıdan diğerine hayat tarzımızı değiştirmek inanılmaz bir kâr imkânı demektir aynı zamanda. Bir halden diğerine geçerken, ortaya müthiş iş imkânları çıkmaktadır. Yeni teknolojinin nasıl şekilleneceği konusunda çalışan şirket sayısı hızla artmaktadır. Mesela Better Places şirketi bunlardan biridir. Amacı elektrikli arabalar için gerekli altyapıyı oluşturmaktır. Oradaki dinamizm göz kamaştırıcıdır. İlk deney Tel Aviv'dedir. Siz şirkete bir bakın ben ne düşündüğümü anlatayım. Bu arada Türkiye'nin COP15'te belirgin bir politika pozisyonu bulunmamaktadır. En azından ben daha bir şey duymadım. Neden? Gayet basit bir nedenle: Sanayi politikası olmayanın enerji politikası, enerji politikası olmayanın çevre politikası olmaz. Olamaz. Nasıl sanayi politikası olmayanın bu çağda dış politikası olmazsa, çevre politikası da olmaz. Kopenhag'da öyle etrafa bakar olsa olsa. Yoksa öyle durumun eksen kayması tartışması ile herhangi bir alakası yoktur. Fikir eksikliğimiz, bizim tarafın anladığı yeşil farklı diye değildir. İyi hafta sonları efendim
Bu yazı 12.12.2009 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.