TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Mühdan Sağlam
ABD ile Çin arasındaki rekabet, tarifeleri de içerecek şekilde keskinleşiyor. Öte yandan Putin’den beklediği barışçıl desteği göremeyen Trump yönetimi, göz dağıyla Moskova’yı ateşkes masasına getirme hesabı yapıyor. Türkiye’nin de aralarında yer aldığı orta büyüklükte pek çok aktör ise sistemin neredeyse yazılı olmayan kuralı haline gelen “belirsizlik”ten riskleri azaltarak maksimum faydayı sağlamaya çalışıyor. İçinde bulunduğumuz sistemin karakterini, Türkiye’nin orta büyüklükte bir devlet olarak BRICS’ten ŞİÖ’e uzanan girişimlerini ve bunların batı ittifakı açısından etkileri ile Türkiye’nin sistemde ciddi savrulma ve kırılmaların yaşandığı bu dönemde nasıl bir dış politika izlemesi gerektiğini City University of London’da öğretim üyesi olan Doç. Dr. Mustafa Kutlay’a sorduk.
Türkiye geçtiğimiz yıl BRICS’e katılım başvurusunda bulundu. Türkiye, bir NATO üyesi ve Batı ittifakının en eski müttefiklerinden biri olarak neden BRICS’e başvurdu? Sizce bu ilginin kısa ve uzun vadeli motivasyonları neler olabilir?
Geçen yıl Türkiye’nin BRICS üyeliği için başvuruda bulunması hem küresel siyaset hem de Türk dış politikasında yaşanan dönüşümü göstermesi açısından çarpıcı bir gelişmeydi. Biliyorsunuz, 2004 yılında Türkiye’nin AB üyeliği hakkında tarihi bir karar alınmış; ertesi yıl katılım müzakereleri başlamıştı. Ancak, AB üyelik süreci beklendiği gibi gelişmedi. Müzakereler önce yavaşladı, ardından tamamen durdu. Tam yirmi yıl sonra, 2024’te, Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusu yapması bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi.
“Türkiye’nin BRICS ilgisi, batılı ortaklarıyla biriken sorunlarının bir sonucu”
Türkiye’nin BRICS ilgisi, bir açıdan AB sürecinin tıkanmasının, daha genel anlamda Batılı ortaklarıyla biriken sorunlarının bir sonucu olarak görülebilir. Geleneksel müttefikleriyle yaşadığı siyasi, normatif ve jeopolitik ayrışma nedeniyle pazarlık marjını artırmayı amaçlayan taktik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Bu kısmen doğru olsa da eksik bir değerlendirme olur. Çünkü, konunun, uzun vadeli yapısal bir boyutu da bulunuyor.
Batı-dışı aktörler, ekonomik açıdan eskiye göre daha güçlü durumda. Örneğin, BRICS ülkelerinin küresel ekonomideki payı %29’u yakaladı. Benzer biçimde satın alma gücü paritesi açısından, toplam ekonomik büyüklük olarak G7 ülkelerini 2021’de geride bıraktı. Yeni üyeleri de dahil ettiğimizde, BRICS küresel ticaretin %21’ini, küresel savunma harcamalarının %26’sını, küresel imalat sanayi üretiminin %38’ini, petrol üretiminin ise yaklaşık %40’ını gerçekleştiriyor. Bu çerçevede Türkiye, BRICS ile daha yakın ilişkiler kurmanın yeni pazarlar ve artan ticaret potansiyeli ve alternatif kredi kaynağı sağlayacağına inanıyor. Benzer biçimde Türkiye Ukrayna-Rusya savaşında Küresel Güney ile paralel bir tutum izliyor.
“Türkiye’nin BRICS üyeliği, batı ile ilişkilerini zayıflatabilir”
Şayet Türkiye’nin BRICS üyeliği gerçekleşirse bu yöneliminin ödünleşmelerle (trade-offs) birlikte geleceğini belirtmek gerek. En nihayetinde, dış politikada her tercih aynı zamanda bir vazgeçiş demek. Yani Türkiye’nin BRICS üyeliğinin Batılı müttefikleri ile ilişkilerini zayıflatması riski bulunuyor. Kaldı ki Türkiye’nin BRICS ile ticari ilişkilerinde de büyük bir dengesizlik söz konusu: Türkiye’nin BRICS ile ticaretinin yüzde 87’si Rusya ve Çin ile geçekleşiyor. Bu ülkelere olan ihracatının ithalatına oranı ise yüzde 16 düzeyinde. Diğer taraftan, BRICS ile yakın ilişkiler geliştirmek için üye olmak gerekmediği gibi üyeliğin getirilerinin daha çok dolaylı olacağını da belirtmek gerek. Çünkü BRICS, bir gümrük birliği ya da bir serbest ticaret bölgesi değil.
Küresel güç geçişleri döneminde ülkeler tüm yumurtalarını tek sepete koymak istemiyor. Türkiye’nin BRICS ilgisi de bu eksende yorumlanabilir. Ancak, Türkiye’nin bir yandan Küresel Güney ülkeleri ile daha yakın ilişkiler kurarken diğer yandan geleneksel müttefikleriyle çok-katmanlı kurumsal ilişkilerini koruyacak bir dış politika çerçevesi geliştirmesi en rasyonel politika yönelimini oluşturacaktır.
“Şanghay işbirliği örgütü, Türkiye’nin dış politika ittifaklarını BRICS’e göre daha karmaşık ve kalıcı şekilde etkileyebilir”
Türkiye, BRICS’in yanı sıra Şanghay İşbirliği Örgütü’nün diyalog partnerleri arasında da yer alıyor. BRICS’ten farklı olarak ŞİÖ, daha güvenlik odaklı bir oluşum. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu çerçevede ŞİÖ’nün 25. Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi'ne katılmak üzere Çin’in Tiencin şehrine gitti ve burada aralarında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in de bulunduğu önemli ikili temaslarda bulundu. Erdoğan’ın ŞİÖ’ye bu kadar önem vermesinin nedeni nedir? ŞİÖ’nün özellikle güvenlik boyutu Türkiye açısından nasıl bir anlam taşıyor? Türkiye, bu yapıda kendini hangi kulvarda konumlandırmak istiyor?
Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS’e nazaran Türkiye’nin dış politika ittifakları açısından yönetilmesi daha karmaşık ve kalıcı sonuçları olabilecek bir oluşum. ŞİÖ, 2001 yılında Çin’in liderliğinde kurulan, tamamen Avrasya ülkelerinin oluşturduğu esnek bir güvenlik ve ekonomik iş birliği yapılanması. ŞİÖ’ye daha sonra Hindistan, Pakistan, İran ve Belarus da dahil olunca üye sayısı ona yükseldi.
Türkiye’nin ŞİÖ’ye olan ilgisini de çoklu ittifak mantığıyla açıklamak mümkün sanıyorum. Ancak, Türkiye bir NATO üyesi. Bu durum üç katmanlı bir sorunsal ortaya çıkarıyor: İlk olarak NATO üyeliğine ek olarak, ŞİÖ’nün -olası maliyetleri de dikkate alındığında- Türkiye’nin güvenliğine net katkısı olur mu? İkincisi NATO üyesi bir ülkeyi, Türkiye NATO’dan ayrılmadığı müddetçe, ŞİÖ üyeleri aralarında görmek isterler mi? Son olarak NATO ülkelerinin, gerçekleşmesi halinde, bu karara tepkisi ne olur?
“Türkiye’nin ŞİÖ ile ilişkilerinin, siyasi pazarlık boyutunun ötesinde net sınırları bulunuyor”
Her ne kadar ŞİÖ, doğrudan NATO’nun muadili ya da rakibi değilse de iki örgüte dahil olan başlıca aktörler, askeri ve jeopolitik meselelerde çıkar çatışması yaşıyor. ŞİÖ içinde en aktif iki ülke Çin ve Rusya. Ayrıca Batı tarafından ağır yaptırımlara muhatap olan İran ve Belarus da bu örgütün üyesi. Başta ABD olmak üzere, Batılı devletler açısından bu ülkelerin hepsi, transatlantik güvenliğine tehdit olarak kabul ediliyor. NATO’nun askeri stratejiler, savunma sistemleri ve istihbarat paylaşımı gibi kritik güvenlik konularını içeren bir örgüt olduğunu düşünürsek Türkiye’nin ŞİÖ ile yakın ilişkiler kurmasının bir siyasi pazarlık unsuru olmanın ötesinde net limitleri bulunuyor.
“ABD’nin büyüyen meşruiyet açığı Çin’e daha fazla alan sağlıyor”
Küresel düzeyde ABD’nin baskın olduğu yapının sarsıldığı, Çin’in ise henüz belirgin bir hegemonya inşa edemediği bir dönemden geçiyoruz. Siz bu geçiş sürecini nasıl tanımlarsınız? Bu süreç, Küresel Güney ve yükselen orta güçler için hangi fırsat ve riskleri beraberinde getiriyor?
Uluslararası sistemin yapısına ilişkin yoğun tartışmaların yaşandığı bir dönemdeyiz. Temel soru, küresel sistemde gücün nasıl dağıldığına ilişkin. Tek kutuplu mu, iki kutuplu mu, yoksa çok kutuplu bir dünyada mı yaşıyoruz? Bu soru sadece kavramsal açıdan önemli değil, aynı zamanda pratik yansımaları var çünkü uluslararası sistemin yapısı devletler arasında savaş ve barışın ya da iş birliği ve rekabetin doğasına ilişkin ciddi sonuçlar doğuruyor.
Kimilerine göre, ABD halen daha rakipsiz bir güç ve tek kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Askeri ve ekonomik kapasite açısından ABD’nin hegemonik bir aktör olduğu açık. Ancak, son kırk yılda Çin çok hızlı ve oyunun kurallarını değiştiren bir kalkınma başarısı yakaladı. Küresel ticarette, çok sayıda ülkenin en büyük ticaret ortağı haline gelerek ABD’yi geride bıraktı. ABD, hegemonyanın kamu malı sağlama misyonundan geri çekiliyor. Trump yönetimi, tarifeler yoluyla müttefiklerini hedefe koymakla meşgulken ABD’nin büyüyen meşruiyet açığı Çin’e daha fazla alan sağlıyor.
Çin, ekonomik büyüklük olarak Sovyetler Birliği’nin ABD’ye en yaklaştığı dönemdeki seviyeyi geçmeyi başardı. ABD, halen daha küresel savunma harcamalarının yüzde 38’ini yapıyor (Çin ise yüzde 12’sini yapıyor). Ancak Çin, GSYH’sinin yüzde 2’sinden daha azını savunma harcamalarına ayırıyor. Küresel imalat sanayi üretiminde ise neredeyse ABD, Almanya, Japonya ve Güney Kore’nin toplamı kadar paya sahip. Bu nedenle, askeri kapasitesini hızlı bir şekilde artıracak kaynakları bulunuyor. O nedenle, eğer Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki rekabet dönemi iki kutuplu olarak kabul ediliyorsa -ki bu konuda bir uzlaşı var- bugün tek kutuplu dönemi geride bırakmış bulunuyoruz.
Peki, uluslararası sistem iki kutuplu mu yoksa çok kutuplu mu?
Teknik olarak, ABD nominal fiyatlarla küresel üretimin yüzde 26’sını, Çin ise yüzde 17’sini gerçekleştiriyor. ABD ve Çin’in toplam savunma harcamaları tüm dünyadaki harcamaların yarısını oluşturuyor. Ekonomik olarak üçüncü en büyük ülke yüzde 4,2 ile Almanya; askeri harcamalar açısından üçüncü en büyük ülke olan Rusya’nın payı ise yüzde 4,5. Eğer AB’yi tek bir aktör olarak kabul etmezseniz uluslararası sistemin teknik olarak iki kutuplu olduğunu söyleyebilirsiniz.
“Dünyanın iki kutuplu olduğunu kabule etsek bile bu iki kutuplu yapı soğuk savaş döneminden oldukça farklı”
Ancak bence bu tanım da yeterli değil. Dünyanın iki kutuplu olduğunu kabul etsek bile bugünkü iki kutuplu yapı, Soğuk Savaş döneminden oldukça farklı. Soğuk Savaş, katı ideolojik blokların şekillendirdiği, bloklar arası ekonomik, finansal ve ticari ilişkilerin nispeten düşük seviyede kaldığı, geçişlerin ise sınırlı olduğu bir dönemdi. Bugün ise, başta ABD ve Çin arasında olmak üzere kapsamlı bir karşılıklı bağımlılık mevcut. Orta ölçekli güçler rekabet halindeki her iki hegemonik güçle de yoğun ekonomik ve siyasi ilişki içerisinde.
Örneğin Güney Kore, güvenlik alanında ABD’ye bağımlıyken ekonomik açıdan Çin’le yoğun ilişkilere sahip. Türkiye bir NATO üyesi, ancak Çin ve Rusya en büyük üç ticari ortağı arasında. Hindistan bir yandan BRICS ve ŞİÖ üyesiyken, diğer yandan, en azından Trump dönemine kadar, ABD yönetimleri tarafından ihtimamla Batı’ya yakın tutulmaya çalışıla geldi. Özetle, küreselleşmenin ortaya çıkardığı yoğun karşılıklı bağımlılık ve eskisi gibi ideolojik bir kalıba dökülmüş katı blok siyasetinin olmaması, uluslararası sistemin teknik olarak iki kutuplu olsa bile pratikte çok kutupluluğa yakınsayan bir dinamik üretmesine zemin hazırlıyor.
Bu zeminde, Küresel Güney ülkeleri ve orta ölçekli güçlerin temel motivasyonu hem ABD hem de Çin’le ilişkilerini eş zamanlı olarak geliştirmek. Temel korkuları ise arada kalarak tercih yapmaya zorlanmak. Bu nedenle, uluslararası ilişkilerin çarklarını döndüren kadim denge siyasetine yöneliyorlar. İçinden geçtiğimiz hibrid dönemin fırsatlarından yararlanırken ortaya çıkan riskleri yönetmeye çalışıyorlar.
“Stratejik otonomi tartışması, geçici bir çabadan ziyade sistemin dönüşümünün bir sonucu”
Sanıyorum Türkiye de Küresel Güney ile paralel bir hat izliyor. Diğer orta büyüklükteki devletlerde olduğu gibi Türk dış politikasında da esneme görüyoruz. Eski ittifaklar korunurken pragmatik biçimde yeni seçeneklere kapı açma eğilimi öne çıkıyor. Siz Türk dış politikasının bu koşullar içindeki değişimini nasıl değerlendirirsiniz? Bazı uzmanlar bunu “stratejik otonomi” olarak adlandırıyor.
Az önce belirttiğim güç geçişleri nedeniyle, “stratejik otonomi” sadece Türk dış politikası bağlamında değil, pek çok orta ölçekli ülke için sıkça referans verilen bir kavrama dönüştü. Bence “stratejik otonomi” tartışması geçici bir moda ya da zamanla gündemden düşecek anlamsız bir çaba değil. Uluslararası sistemin dönüşümünün yapısal bir sonucu. Çevre, gıda, enerji krizleri, tedarik zincirlerine ilişkin sorunlar, gelir ve servet eşitsizlikleri gibi meydan okumaları da düşünürsek güç geçişlerinin büyük riskler ve belirsizliğe neden olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu ortamda, “stratejik otonomi”, pek çok devlet için hem bir gereklilik hem de bir imkân.
Bir gereklilik, çünkü büyük güçler giderek daha güvenilmez aktörlere dönüşüyor. Diğer aktörleri büyük güç rekabetinde taraf seçmeye zorluyor; ekonomik karşılıklı bağımlılığı bir silaha dönüştürmekten çekinmiyor. ABD’nin artan sıklıkta finansal gücünü, Çin’in ise zaman zaman üretim ve ticari kapasitesini jeopolitik amaçları için bir baskı aracına dönüştürdüğünü gözlemliyoruz. Ekonomik küreselleşmenin gelişmekte olan ülkelere vaadi bu değildi. Bu ortamda, orta ölçekli güçler için asimetrik bağımlılıkları yönetmek, kritik sektörlerde dış şoklara daha dirençli hale gelmek ve ittifaklarını çeşitlendirmek bir gereklilik halini alıyor.
“Dış politika iç siyasetin uzantısı olduğunda stratejik çıkarlar geri planda kalıyor”
Bu açıdan “stratejik otonomi” aslında yeni bir dış politika prensibi değil. Soğuk Savaş döneminde de bağlantısızlar hareketi, G-77 grubu gibi oluşumlar üzerinden ya da örneğin, Türkiye’nin dış politikasında, 1960’lar ve 1970’lerde zaman zaman rastladığımız bir eğilimdi. Ancak yukarıda belirttiğim gibi, günümüzde uluslararası sistemin yapısı Soğuk Savaş döneminden farklı. Bu yüzden, uluslararası sistemin kontrol mekanizmalarının gevşemesi, ilgili aktörlere, otonom politikalar uygulamak için bir imkân da sunuyor. Orta ölçekli güçler, Soğuk Savaş’ın kısıtlayıcı katı blok siyasetine ya da tek kutuplu döneme kıyasla manevra alanlarının genişlediğini düşünüyor. Batı-dışı dünyada ortaya çıkan ekonomik fırsatlar ve siyasi alternatifler bu aktörler için önem kazanıyor.
Son olarak, “stratejik otonomi” tartışmalarının iç siyasi boyutu da bulunuyor. Bu kavram kimi zaman kamuoyunu harekete geçirme ve iç siyaseti tasarlama amacıyla kullanılıyor. Yani dış politika, iç siyasetin bir uzantısına dönüşebiliyor. Bu durum, ilgili politikaların etkinliğini azaltıyor çünkü ülkelerin uzun vadeli stratejik çıkarları yerine kısa vadeli siyasi hesapların öncelenmesine neden olabiliyor. Bu durum, aynı zamanda, dış politika krizlerinin de kontrolden çıkması riskini doğuruyor. Üst üste biriken krizler, kapasitesi sınırlı ülkelerin paralize olmasına ve dış dünyadan izolasyonuna yol açma riskini beraberinde getiriyor. Mevcut uluslararası sistemde orta ölçekli güçler için temel meydan okumanın, iyi önceliklendirilmemiş maksimalist otonomi arayışı neticesinde kurumsal yönetişim krizine saplanmaları riski olduğunu düşünüyorum.
Önümüzdeki on yıla bakıldığında, Türkiye’nin bu çok kutuplu sistemde kendine nasıl bir stratejik alan açabileceğini öngörüyorsunuz?
Önümüzdeki on yılda uluslararası siyasetin seyrini şekillendirecek üç trendden bahsedebiliriz. Birincisi, yukarıda değindiğim üzere, artık tek kutuplu bir dünyada yaşamıyoruz. ABD-Çin rekabetinin belirleyici olacağı tek kutupluluk sonrası dönem, temel siyasi iktisat çerçevesini oluşturuyor. İkincisi, küreselleşme ve uluslararası siyaset yoğun bir belirsizlik sürecine girmiş bulunuyor. Üçüncüsü, tek kutupluluğun sona erdiği ve belirsizliğin küresel siyasetin tanımlayıcı unsuruna dönüştüğü bir ortamda “stratejik otonomi” önem kazanıyor.
Kural-temelli uluslararası düzen gücünü kaybettikçe büyük güçlerle kalıcı taahhütlere girmeden konu bazlı iş birlikleri yapmak oyunun yeni kuralına dönüşüyor. Buna, kimi zaman “transactionalism” de deniliyor.
Ancak, “transactionalism”, yani normatif çerçeveden yoksun konu bazlı kısa vadeli iş birliği modelinin orta ölçekli güçler için mutlaka faydalı olacağı argümanı bir yanılsamadan ibaret. Çok-taraflı kurumların çalışmadığı, ortak normların aşındığı bir uluslararası düzen (ya da düzensizlik) devletler için -teknik tabiriyle- işlem maliyetlerini artıracak ve ittifakları giderek daha az güvenilir hale getirecektir. Bu durum, bu aktörleri büyük güçlerin kaprislerine daha fazla maruz bırakarak ciddi risklerle karşı karşıya bırakabilir.”
“Türkiye’nin, sanayi politikalarını bütüncül biçimde uygulayabileceği ve ekonomi-güvenlik bağlarını etkin şekilde kurabileceği bir kurumsal mimariye ihtiyacı var”
Türkiye’nin, diğer orta ölçekli aktörler gibi, küresel güç geçişlerini etkin yönetebilmesi için bir “referans çerçevesine” ihtiyacı bulunuyor. Bu çerçevenin iç ve dış boyutlarından bahsedilebilir.
İç boyutta, ülkenin direncini ve ekonomik güvenliğini artıracak güçlü kurumlara ihtiyacı bulunuyor. Küreselleşme giderek daha kırılgan hale geliyor, ekonomik ve ticari korumacılık bir norma dönüşüyor. Teknoloji savaşları hızlanıyor. Şirketlerin bile bir jeopolitik perspektife sahip olmalarını gerektiren çalkantılı bir dönemdeyiz. Bu ortamda, Türkiye’nin bütüncül sanayi politikalarına ve ekonomi ile güvenlik arasındaki bağların daha etkin şekilde tesis edildiği bir kurumsal mimariye ihtiyacı var. Yani, orta ölçekli güçler için tartışma sadece yumurtaları tek sepete koymamaktan ibaret değil; etkin denge ve riskten korunma politikası (hedging) aslında içeride başlıyor.
“Türkiye, küresel güney ile ilişkilerini geleneksel ittifaklarını koruyacak bir çerçevede yürütmeli”
Dış boyutta ise, Türkiye’nin Küresel Güney ile ilişkilerini geliştirirken bunu geleneksel ittifaklarını zedelemeyecek bir çerçevede gerçekleştirebilmesi gerekiyor. AB ile vize serbestliği, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, Avrupa güvenlik mimarisine Türkiye’nin daha yakından entegrasyonu gibi temel konularda ciddi ve hızlı mesafe kat edilmesi gerekiyor. Türkiye, Avrasya ve Avrupa arasında altyapı, enerji hatları ve ticaret güzergahları yoluyla bir “bağlantı ülkesi” (connector country) olmayı hedefliyor. Yükselen Asya ekonomilerinin gözünde Türkiye’nin bu potansiyeli, Batı ile ilişkileri kuvvetli olduğu müddetçe tam anlamıyla gerçekleştirilebilir. Daha kaliteli ve yüksek hacimli yabancı yatırım çekebilmesi de bu stratejiyle mümkün olacaktır.
Ortaya çıkmakta olan uluslararası düzende, özetle, pek çok ülke gibi Türkiye’nin de gerçekçi bir “referans çerçevesine” ihtiyacı var. Bu çerçeve, taraf seçmekten ziyade karşılıklı bağımlılıkların en etkin şekilde nasıl yönetileceğine odaklanmayı gerektiriyor.
Son olarak, tüm bu tartışmanın normatif bir boyutu da bulunuyor. Günümüzde demokrasi defansa çekilmiş durumda. Batı’da demokratik kapitalizmin krizi ve Çin’in otoriter kalkınması, küresel demokrasinin geleceğine dair kaygıları artırıyor. Türkiye de dahil, orta ölçekli güçlerin kalkınma ve ulusal güvenlik politikalarını bu normatif eksende düşünmesi önem kazanıyor. Her ne kadar kalkınmanın kendisi bir boyutuyla özgürleştirici olsa da hak ve özgürlükleri genişletmeyen bir kalkınma tecrübesinin uzun vadede yoksulluğun bir başka türünü yeniden üreteceğini akılda tutmak gerekiyor. Bu yüzden, küresel güç geçişleri sadece güvenliğe ilişkin tartışmaları değil aynı zamanda normatif soruları ve tercih sorumluluklarını da beraberinde getiriyor.
22/09/2025
22/09/2025
18/09/2025
16/09/2025
15/09/2025