TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçenlerde Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Zafer Çağlayan ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Sayın Rifat Hisarcıklıoğlu ile birlikte İsrail'de Tefen Sanayi Bölgesi'ni ziyaret ettik. Bölgede faaliyet gösteren şirketlerin birinde "Burada Ar-Ge (araştırma-geliştirme) değil, İsviçre'ye ihracat yapılır" diye yazıyordu. Biz bu ifadeden, ülkemiz için de geçerli, üç önemli sonuç çıkardık. Merak edenleri aşağıya bekleriz. Birincisi, Ar-Ge faaliyetlerinin açık ve seçik şekilde amacını belirlemekte fayda bulunmaktadır. En baştan açıkça soralım isterseniz. Türkiye'de yapılan ve devletimiz tarafından desteklenen Ar-Ge faaliyetlerinin amacı dünyadaki bilimsel gelişime katkıda bulunmak mı olmalıdır yoksa Türkiye ekonomisinin tempolu büyüyebilmesini desteklemek mi olmalıdır? Bize sorarsanız ikincisi olmalıdır ancak Türkiye'deki mevcut uygulama birincisine çok daha yakın görünmektedir. İsrail'deki gözlemlerimiz bize bir kez daha gösterdi ki Ar-Ge'nin esas amacı, üretim sürecinde bir farklılık oluşturmaktır. Eğer amacımızı net olarak tanımlayabiliyorsak, "ne olursa olsun, yeter ki Ar-Ge olsun" diye bir araştırma-geliştirme programı tasarlanmak çok mantıklı bir yaklaşım değildir. Türkiye'nin zaten son derece kıt olan kaynaklarını küresel bilgi birikimine katkıda bulunmak amacıyla kullanmaması bize kalırsa daha iyi olur. Amaç, ekonomide yaratılan katma değeri ve bunun en yakın göstergesi olabilecek ihracat rakamlarını yükseltebilmek için bir an önce, üretim sürecinde fark meydana getirecek Ar-Ge faaliyetlerinin desteklenmesi olmalıdır. Bu bir. Bu ilk tespit bizi şöyle bir sonuca getirir: Şirketler kesimine verilen Ar-Ge teşviklerinin tasarımında ihracat performansı önkoşul haline getirilmelidir. Örneğin TÜBİTAK gibi bir kurum vasıtasıyla Ar-Ge için destek mi veriyorsunuz? Performans kriteriniz öncelikle öğretim üyelerinin aldıkları Ar-Ge desteğinden yayın çıkarıp, çıkaramayacakları olmamalıdır. Performans kriteriniz, öncelikle, ilgili şirketin artan ihracat performansı olmalıdır. Dünkü TÜBİTAK deneyiminin sağladığı imkânlarla artık yeni bir aşamaya geçilmesinde fayda vardır. Şimdi gelelim ikinci tespite, Türkiye gibi bir ülkede, ihracat performansına dayalı, Ar-Ge teşvikleri vermek, şirketler kesiminde teknolojik yenilenmeyi durdurmaz, destekler. Ayrıntılı bir biçimde, belli bir sektörü desteklemeye çalışmak yerine, bölgesel dengesizlikleri gidermek üzere genel bir ihracat desteği üzerinde çalışmak son derece faydalı olabilir. Bu ne demektir? Türkiye gibi bir ülkenin bundan böyle ucuz emeğe dayalı olarak rekabet şansı yoktur. Çin deneyimi bize hiçbir şey öğretmediyse bunu öğretmiş olmalıdır. Bugünkü giderek şiddetlenen küresel rekabet şartlarında, rakiplerinize rağmen yine de ihracat performansınızı geliştirebiliyorsanız, zaten bir yerlerde sizi farklılaştıracak bazı yenilikleri yapabiliyorsunuz demektir. Şirketlerimiz önümüzdeki süreçte gelişmiş ülke pazarlarında mal satacaklarsa, bunu teknolojik yenilenmeye dayalı verimlilik artışları yoluyla yapacaklardır. Dolayısıyla "Burada Ar-Ge değil, İsviçre'ye ihracat yapılır" ifadesi kendi içinde yoğun bir Ar-Ge faaliyetini barındırmaktadır. Gelişmiş ülkelere ihracat ancak artan icatlar vasıtasıyla olabilecektir. Türkiye'nin yarıştığı lig bundan böyle "icat çıkaranlar" ligidir. Tefen gezisi izlenimlerinden kaynaklanan üçüncü tespitimizle bugünkü yazıyı bitirelim: "İcat çıkaranlar lig"i ülkemizin kurumsal kapasitesinin bütüncül bir yaklaşımla elden geçirilmesini gerektirmektedir. Kurumsal kapasite inşasının temeli, yenilikçilik (inovasyon) sürecinde öğretim üyesini bir "süper kahraman" olarak gören bugünkü anlayışın değişmesidir. Öğretim üyesi hem ders verip, bir taraftan yayın yapıp, arada buluşlarını kendi başına patentleyip, boş zamanlarında bunları nasıl ticarileştireceği üzerinde düşünemez. Üstelik bir de tüm riski üzerine alıp bir şirket yönetemez. Mevcut sistemimiz böyledir. Üstelik bir de araştırmacılarımıza "daha ne duruyorsunuz?" diye sorulmaktadır. Kurumsal kapasite inşasının üç temel ayağı vardır. Bunlardan ilki üniversite reformudur. Türkiye'nin mevcut Yükseköğretim Kurulu (YÖK) sistemi ile üniversite-sanayi işbirliğinin temellerini atabilmesi mümkün değildir. Yarışmayı değil, tek tip olmayı özendiren mevcut YÖK sisteminin üniversitelerimizi ekonominin gerektirdiği dinamizme kavuşturabilmesi mümkün değildir. İkinci gereklilik açıktır ki bir TÜBİTAK reformudur. Ar-Ge teşviklerinin verilme biçimi, bundan böyle, kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmelidir. Öncelik üretime, sanayiye ve ihracata uyarlanabilme kabiliyetine verilmelidir. TÜBİTAK'ın kaynak dağıtma öncelikleri, örgütlenme ve karar alma mekanizmaları bu çerçevede gözden geçirilmelidir. Üçüncüsü ise sağlıklı bir yenilikleri finanse etme mekanizmasının tasarlanmasıdır. Finansal sektör reformunun temel önceliği de bu olmalıdır. Yapılması gerekenleri sıralamak kolay, yapmak ise hayli zordur. Ama bugün geri kalan hayatımızın ilk günüdür. Yeni bir şeylere başlamak için bugünden daha uygun bir zaman yoktur. Bugün dikkatimizi dağıtan hadiseler yakın geleceğin politika çerçevesini tasarlamak için bir fırsat olarak algılanmalıdır. İş yapmak isteyen için etraf fırsatlarla doludur. Tefen izlenimleri daha bitmedi. Hem ona hem de yukarıdaki tespitleri açmaya devam edeceğiz. Olup bitenlere karşı akıl sağlığını korumak için en iyi yöntem mantıklı düşünmeye katkıda bulunacak bir konu üzerine odaklanmak değil midir?
Bu yazı 08.07.2008 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024