TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Son zamanlarda katıldığım toplantılarda özellikle sanayicilerden döviz kurunun değeri hakkında çok fazla şikâyet geliyor. En önemli sorun olarak paramızın reel olarak değerlenmesini gösteriyorlar. Elbette döviz kurunu önemli bir sorun olarak görmeyen sanayiciler de var ama bunu dile getirene hiç rastlamadım; katıldığım toplantılarda sessiz kesimi oluşturuyorlar.
Merkez Bankası’nda (TCMB) yapılan çalışmalar, ihracatın reel kura çok duyarlı olmadığına işaret ediyor. Mesela Demirhan Demir, Selçuk Gül ve Abdullah Kazdal tarafından 2023 yılında yayımlanan çalışma tebliğinde (No: 23/05), önemli oranda ithal ara malı kullanan imalat sanayi sektörleri için reel kur duyarlılığı ortaya çıkmıyor. Buna karşılık toplam girdileri içinde ithal girdilerin payının düşük olduğu sektörlerde, reel kurdaki yüzde 1’lik artış, ihracatı yüzde 0,34 oranında yükseltiyor. Sektörler ithal içeriklerine göre ayrıştırılmadıklarında ise etki 0,19 düzeyinde. Bunlar çoğu ülke için hesaplanan değerlerle karşılaştırıldığında çok düşük değerler. Benzer bir bulguya bir başka TCMB çalışmasında da ulaşılıyor. Aysu Çelgin, Mert Gökcü ve Özgür Özel’in 2019 yılında yayımladıkları araştırma notunda (No: 19/05) ulaşılan değer 0,21. Her iki çalışmada da ihracatın asıl belirleyicisi olarak dış talebe işaret ediliyor. Ama hemen belirtmek gerekir ki daha eskilerde farklı sonuçlara ulaşan çalışmalar yok değil.
Bu çalışmalar sonuçta mikro çalışmalar değil; imalat sektörünü ya bir bütün olarak alıyorlar ya da birkaç alt kırımda. Yoğun yakınmalar olduğuna göre, döviz kurunun değerinin özellikle bazı ihracatçı sanayicileri olumsuz etkilediği açık. Bunda tartışacak bir nokta görmüyorum. “Hayır, etkilenmiyorsunuz” diyecek halimiz yok. Ama daha önemli bir nokta var. Şu: Şikâyette bulunanların ağırlıklı bir kısmının bu sorunu çözmek için önerdikleri ekonomi politikası, paramızın reel değerini ‘yeteri kadar’ düşürecek bir döviz kuru artışı.
İşte burada anlaşamıyoruz. İçinde bulunduğumuz duruma nasıl geldik? Neydi 2019’dan itibaren söylenen? Mealen şöyleydi: “Cari işlemler açığı sorununu çözmemiz gerekir (doğru saptama). Bunun için paramızın biraz değer kaybetmesi gerekir (yanlış).” Bu arada parantez içindeki yargıların bana ait olduğunu belirtirim. Bu görüş özellikle Eylül 2021-Mayıs 2023 dönemine damgasını vurdu. Hediyesi şöyle tecelli etti: Faiz yerlerde sürünürken enflasyon göklerde gezindi.
Böyle bir politika uygulanabilmesi için en azından iki koşulun mutlaka sağlanması gerekiyor. Birincisi, toplam girdiler içinde ithal girdilerin payı fazla olmamalı. İkincisi, bilançolarda döviz cinsinden borçlar ile döviz cinsinden varlıklar arasındaki fark yüksek olmamalı. Her ikisi de o dönemde sağlanmıyordu. Sonuç malum.
Şu da bir gerçek: Türkiye’de enflasyonu kalıcı biçimde düşürmeye çalışan bir programın ilk aşamasında paramız reel olarak değerleniyor (değerlenmeli). Neredeyse kaçınılmaz bir gerçek bu. Ama bu da daha fazla ithal girdi kullanmayı ve mevzuat izin veriyorsa daha fazla yabancı para cinsinden borçlanmayı özendiriyor. Farklı bir ifadeyle, ‘çözüm’, bir süre sonra asıl sorunu ağırlaştırma potansiyeli taşıyor. Hiç mi kurtulamayacağız dış borca bağımlı olmaktan ve çok fazla ithal girdi kullanmaktan? Kurtulmak için de aşağıdaki beş noktayı daima akılda tutmak gerekiyor:
Birincisi, rekabetçi olsun diye döviz kurunu yükseltmeye çalışırsanız, bir süre sonra enflasyon yaratıyorsunuz. Birkaç ay sonra yükselen maliyetler nedeniyle rekabet avantajı ortadan kalkıyor. Farklı bir ifadeyle, “kurla gelen enflasyonla gidiyor.”
İkincisi, istikrar programını en kısa sürede sonuç alacak şekilde tasarlamak gerekiyor. Faiz artışını çok kademeli yaparsanız, döviz cinsinden borçlanmayı ve daha fazla ithal girdi kullanımını özendiriyorsunuz. Artan şikâyetler de cabası.
Üçüncüsü, Türkiye’de sadece para ve maliye politikalarına dayanan bir program, asıl sorunu çözmüyor. Başarırsa, bütçe dengesini oluşturuyor ve enflasyonu düşürüyor. Oysa temel sorun el atılmadan kaldığı için, bir süre sonra yeni bir istikrar programı ihtiyacı doğuyor. Hele seçim ekonomisi uygulamalarına fazlasıyla izin veren bir kurumsal yapınız varsa.
Dördüncüsü, ilk üç sonuç gösteriyor ki, dış borca bağımlılıktan ülkeyi kurtaracak yapısal reformlar, mutlaka ve mutlaka ekonomi programının bir parçası olmak zorunda. Özellikle inşaata değil de döviz kazandırıcı ve yüksek teknoloji kullanan sektörlere öncelik veren (toptan değil, seçici biçimde) teşvikler ve verimliliği artırmayı özendiren/öğreten sanayi politikaları. Bunun nasıl yapılabileceği hakkında çok sayıda kalkınma iktisatçısının çalışmaları var; onlardan -ülke koşullarını dikkate alarak, yararlanmak gerekiyor.
Beşincisi, yukarıdaki analizden çıkmıyor ama yeteri kadar açık; adil ve hızlı çalışan bir yargı sisteminiz yoksa gereken yapısal düzenlemeleri gerçekleştirmek mümkün olmuyor.
Bu köşe yazısı 03.06.2025 tarihinde Nasıl Bir Ekonomi Gazetesi'nde yayımlandı.