TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçen hafta sonu bu yazıyı yazmaya başladığımda, Banu Onaral Hocamız henüz hayattaydı. Araya işler girdi, yazıyı tamamlayamadım ve ardından maalesef Banu Hocamızı kaybettiğimizi öğrendik. Banu Hoca’yı tanıma ve onunla zaman geçirme fırsatım olduğu için kendimi hep şanslı hissederdim. Ancak son birkaç günde hem LinkedIn paylaşımıma gelen tepkilerde hem de benim gibi üzüntüsünü dile getiren arkadaşlarımın yazılarında gördüğüm duygusal yoğunluk, onu tanımanın ne kadar büyük bir şans olduğunu bana bir kez daha gösterdi. Banu Hoca, bilime dayalı kalkınmaya inanan ve bunu içselleştiren iyi ve akıllı insanlardan oluşan bir topluluğu öyle samimi bir şekilde yaratmıştı ki, hayranlık ve minnettarlık duymamak mümkün değildi. Banu Hoca’nın Türkiye’nin bilime dayalı kalkınması için kurduğu hayalleri ve bu hayale ortak ettiği, onun aracılığıyla tanıştığım farklı disiplinlerden, ortak noktası bilim aşkı olan insanlardan oluşan topluluğu düşündüğümde, bu yazıda odaklanmak istediğim konu daha fazla anlam kazandı.
Yeni teknolojilerin etkisini hissetmediğimiz alan ve zaman kalmış gibi görünmüyor. Birbirini besleyerek ve ivmelendirerek ilerleyen bilimsel gelişmelerin hızı öyle bir hal aldı ki yeni teknolojilerin her türlü işin yapılış biçimini nasıl etkilediğini takip etmek giderek zorlaştı. 10 yıl kadar önce sanayi politikası artık yeni teknolojiler etrafında şekilleniyor; bu nedenle akıllı bir devlete ihtiyaç var demiştik. Bu bilgiyi yaymak üzere yazıp çizmeye başlamıştık. Bugün geldiğimiz yerde, sanayi politikasının neredeyse tamamı teknoloji meselelerinden ibaret hale geldi. Bugün jeoekonomik ayrışmadan, teknoloji uçurumunun giderek derinleşmesine ve iklim değişikliği gündemine kadar, her alan yeni teknolojilerle ilişkili. Hal böyle olunca, bugün dış politikanın yeni teknolojiler etrafında şekillendiğini de görmek ve eğilimleri bu bağlamda okumak gerekiyor. Yani sanayi politikası için akıllı devlete ihtiyaç var derken, akıllı devletin dış politikadan sorumlu kısmı da önümüzde kritik halde duruyor artık. Akıllı devlet ihtiyacına bir de etkilenen ve etki eden olarak akıllı özel sektörü de eklemek lazım elbette.
Özellikle gelişmiş ülkelerde ve Çin’de, yeni teknolojilerde liderlik ve yönlendirme gücüne sahip olma isteği son yıllarda giderek güçlendi. COVID-19 pandemisi sonrası tahmin edilemeyen küresel krizlerin tedarik zincirlerinde nasıl belirsizlikler yarattığını göstermesinin de etkisiyle, ülkeler arasındaki teknoloji odaklı rekabet gücü yarışı derinleşti. Teknoloji yarışında ABD ve Çin’in gerisinde kalan AB, yarışa geri dönmek ve rekabet gücünü korumak istiyor. Bunu sadece AB’nin Sanayi 5.0 stratejisi, inovasyon ve teknolojiye ilişkin politika dokümanlarında değil, Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi düzenleyici belgelerde de görmek mümkün. AB, Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı sadece iklim değişikliğiyle mücadele dokümanı değil, aynı zamanda yeni büyüme stratejisi olarak duyurmuştu. Bu ve beraberinde gelen mekanizmalar, Avrupa’nın ticaret partnerleriyle ilişkilerinden teknoloji yatırımlarının yönüne kadar farklı etki alanlarına sahip olacak şekilde tasarlanmış görünüyor. Bunu yeşil dönüşüm ve iklim değişikliği gündeminin ötesinde, rekabet gücü bağlamıyla okumak ve etkilerini tartışmak gerekiyor. Günümüzde teknolojik gelişmeler, dış politikayı sadece geleneksel bir uluslararası ilişkiler sahası olmaktan çıkararak teknik bir alan haline getirdi. ABD ve Çin arasındaki teknoloji merkezli rekabetten, AB’nin Yeşil Mutabakatı'na kadar çeşitli örnekler, teknoloji ve dış politikanın nasıl ilişkili örüldüğünü gösteriyor.
Geçtiğimiz aylarda, Eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı ve eski İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin, AB’nin rekabet gücü kaybını ve acil reform ihtiyacını vurguladığı detaylı raporu Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanmıştı.[1] Raporda, AB'nin inovasyon açığını kapatmaktan kritik hammaddeler ve yeni teknolojilerdeki bağımlılıkları yönetmek için sanayi ve ticaret politikalarına ve dekarbonizasyon stratejilerine kadar öneriler ve tespitler vardı. Onu takiben, destekleyen ve eleştiren farklı görüşler açıklandı.[2],[3],[4] Bu görüşlerin neredeyse tamamında Draghi’nin raporu, iddialı ve kapsamlı yaklaşımı nedeniyle övgü alırken, karmaşıklığı ve uygulanabilirlik konusundaki zorluklarıyla eleştirildi ve aynı zamanda bunları gerçekleştirecek siyasi irade ve kaynaklar sorgulandı. Doğu Avrupa ülkeleri, Almanya gibi farklı ülkelerden ise, rapordaki önceliklere ve bazı önerilere ilişkin eleştirel geldi. Burada bu yazı bağlamında benim için önemli olan; oluşan gündemin içeriği ve harekete geçirdiği kitle. Ticaret düzenlemelerine kadar her şeyi etkilediği için, şirketlerden politika yapıcılara kadar herkesi kapsayan ve yeni teknolojilerle şekillenen rekabet gücü gündemi, elbette aynı zamanda bir dış politika meselesi. Dış politika için sadece diplomasi bilgi ve becerilerinin yeterli olmadığı, bunun yanında derin bir teknoloji bilgisine sahip olmanın şart olduğu yeni bir dönemin içindeyiz.
Teknoloji diplomasisi dediğimiz kavram tabii ki bir süredir dilimizde, fakat ben sadece dijital diplomasi ve dijital teknolojilerin etkisi gibi sınırlı bir kapsamdan bahsetmiyorum. Hatta yine bir süredir gündemde olan regülasyonların yapay zeka, bilgi güvenliği gibi konularla şekillenmesi ihtiyacını da söylemiyorum yalnızca. Hammaddelere ilişkin ticaret düzenlemeleri, Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi regülasyonları dış politika bağlamında okuyup aksiyon alırken, küresel teknoloji bilgisine ve teknoloji ekosistemi eğilimlerine hakim olmanın kritik öneminden bahsediyorum. ABD Enerji Bakanlığı’nın son eylem planlarındaki teknoloji detaylarına bakınca da, bu işin ne kadar karmaşık olduğunu görmek zor değil. Bu karmaşık ve bilgi yoğun süreci yönetmek ve ülke koşullarına özgün pozisyon almak yoğun bir bilgi ve beceri seti gerektiriyor. Bugün artık dış politikanın ana bileşenlerinden birini, teknoloji meseleleri oluşturmak zorunda gibi duruyor. Teknolojik gelişmeler, sadece diplomasi bileşenlerini ve araçlarını değil, aktörlerini de dönüştürüyor. Geleneksel devlet-diplomat çizgisi, giderek yerini teknoloji liderleri, çok uluslu şirketler ve hatta bireysel teknoloji figürlerine bırakıyor. Buna örnek olarak, son ABD seçimleri sürecinde bu anlamda daha çok dikkatimizi çeken Elon Musk’ı hatırlayabiliriz.
ABD seçimleri demişken, yeni Trump dönemiyle birlikte Türkiye’de sanayiciler ve yatırımcılar arasında, yeşil dönüşüm ve sürdürülebilirlik gündeminin geride kalacağına ilişkin söylemler dile getirilmeye başlandı. Bu yaklaşımın yeterince düşünülmemiş ve oldukça yüzeysel bir söylem olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu yüzeysellik, Türkiye için yine bir ekonomik kalkınma tehdidine dönüşebilir diye endişeleniyorum. Bunu sadece sürdürülebilirlik romantik söylemiyle ortaya koymuyorum. Maalesef her ne kadar ekonomik tehditler kadar hala ciddiye alınmasa da, iklim değişikliği son derece ciddi bir risk ve tehdit elbette. Fakat yeşil dönüşüm ve sürdürülebilirlik gündemini terk etmek demek, aynı zamanda küresel ortamda bir seçim ve dış politika pozisyonu almak anlamına geliyor. Türkiye’nin artık, sadece küresel rüzgarlara kapılmak yerine, kendi koşullarını ve beceri setini değerlendirerek pozisyon alması gerekmiyor mu? Yeni teknolojilerle oluşan gündem, uluslararası iş bölümünü yeniden şekillendiriyor. Teknolojileri kim geliştirecek, kim standart ürünleri üretecek, kim bu işin pazarı olacak gibi roller yüzyıllardır hiç de yabancı olmadığımız şekilde yeni bir biçim kazanıyor. Böyle olunca Türkiye’nin rolünü sorgulamak kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye yüzyıllardır bu topraklarda sanayileşme çerçevesinde tekrarlanan patika bağımlılığında devam mı edecek yoksa, patika bağımlılığının en büyük tuzaklarından olan üstündeki ataleti atıp, bu yeni rekabet ortamına kendi kabiliyetlerinin farkında olarak ve yeni seçimler yaparak mı girecek? Uluslararası koşulların bizi yönlendirdiği bir yolda savrularak devam mı edeceğiz, yoksa artık kendimizi tanıyarak, geçmiş deneyimlerimizi değerlendirerek ve uluslararası dinamikleri iyi analiz ederek yeni bir yol hazırlığı mı yapacağız? İşte bu, ciddi bir bilgi seti gerektiriyor ve dış politikayı da bu karmaşık ve yoğun bilgi setinden bağımsız düşünmek imkansız hale geliyor.
Yeni teknolojilerin hızına, mevcut tanımlar ve düzenlemeler de yetişemiyor. Örneğin dış ticaret istatistiklerindeki tanım ve sınıflamalar, teknoloji içeriğini yansıtamadığı ve bugüne ayak uyduramadığı için uzun süredir tartışmalı. Genellikle hep yüksek teknolojili ihracattan bahsediyoruz ancak, uluslararası kabul gören yüksek teknolojili sektör sınıflaması sorgulanır hale gelmiş durumda. Yeni teknolojiler, yüksek teknolojili sektörlerin yapısını değiştirdi. Bildiğimiz yüksek teknolojili sektör sınıfındaki bilgisayar ve elektronik sektörleri, artık malzeme bilimi ve yapay zeka gibi alanlarla iç içe geçmiş platformlara dönüştü. Yani dış politikada pozisyon almayı gerektiren herhangi bir uluslararası düzenleme artık ciddi bir teknoloji kabiliyeti ve kapasitesi gerektiriyor. Buna yetişmek zor ama zor olduğu için rüzgara kendimizi tamamıyla bırakmak, yine daha büyük ekonomik zorlukları beraberinde getirecek.
Avrupa’nın yeni teknolojilerde küresel rekabet gücü söz konusu olduğunda, ABD ve Çin karşısında rekabet gücünü kaybettiğini yıllardır izliyorduk. Bunun nedeni aslında Avrupa’dan keşif ve yenilik çıkmıyor olması değil. Çıkan yeniliklerin büyüyen bir değere dönüşüp inovasyon haline gelememesi. Burada inovasyon neydi tekrar hatırlatayım isterim: İnovasyon, yenilik + değer demek. Tek başına bir teknolojik keşif, ekonomik değere ve/veya sosyal faydaya dönüşmediğinde ona inovasyon diyemiyoruz. İşte Avrupa, geliştirdiği teknolojileri, laboratuvardan çıkarıp önce pilot üretime sonra sanayiye ve pazara taşımakta yetersiz kaldığı için bir sıkışma içerisindeyken, yeniden üretime, pazara, değer zincirlerine müdahale edebilme kaygısına girdi. Avrupa’nın teknolojilerinin geleneksel üretim kapasitesi ve pazara erişim ihtiyacına karşılık, Türkiye’de çok önemli bir üretim kapasitesi ve geleneksel sektörlerde önemli bir beceri seti var. Bizdeki sorun ise, sanayimizi yeni teknolojilere eriştirerek daha katma değerli hale getirmek. Yeni küresel düzenin ana konularından biri ise, tamamlayıcılıklara odaklı bölgesel işbirliklerini politika seviyesinde tasarlamak.
AB’nin son yıllardaki stratejilerinin önemli bir kısmını, yüksek bağımlılığa sahip olduğu Çin gibi ülkeler karşısında rekabet gücünü korumak ve yeni teknolojilerde yeniden rekabet üstünlüğü kazanmak oluşturuyor. Bununla birlikte Çin’in yeni teknolojilerdeki etkisine bakınca, AB’nin endişesinde hiç de haksız olmadığını görüyoruz. Son 10 yılda yeni teknoloji patentlerinin yarısının Çin’den çıktığını izliyoruz. Patentlerde Çin, tüm ülkeleri geride bırakmış durumda. AB’nin yüksek teknolojili ithalatının yüzde 32’si Çin’den, yüzde 27’si ABD’den geliyor. Çin’in yeni teknolojilerdeki yükselişi ve COVID-19 pandemisi sırasında yaşanan tedarik sıkıntılarıyla artan belirsizlikler, son yıllarda hem AB’nin hem de aslında neredeyse tüm ülkelerin yabancı teknoloji kaynaklarına olan bağımlılıklarını değerlendirme ihtiyacını doğurdu. Tüm bu küresel teknoloji gündemini ve rekabet yarışını ise, sayılı şirket şekillendiriyor. Dünyadaki toplam özel sektör Ar-Ge harcamasının yüzde 85’i, 2000 şirket tarafından yapılıyor. Rakamlar kaynaklara göre farklılaşsa da, dünyada yaklaşık 200 milyon kayıtlı şirket olduğu tahmin ediliyor. Bunlar arasında halka açık şirketlerin sayısı yaklaşık 50 bin. İşte bu şirketlerin sadece 2000’inin sanayide teknolojinin yayılımında belirleyici role sahip olduğu söylenebilir. En fazla Ar-Ge harcaması yapan ilk 2000 şirketin yüzde 34’ü ABD’de, yüzde 26’sı Çin’de ve yüzde 16’sı AB ülkelerinde yer alıyor.[5] ABD ve AB’nin payı azalırken, Çin şirketleri hızla listeye dahil olmaya devam ediyor ve Çin’in payı artıyor. Türkiye’den ise güncel listede, sadece bir şirket var. Geçtiğimiz 10 yılda bu listede Türkiye’den şirketlerin sayısı 10’u bulmuştu, giderek azaldı ve bugün sadece Aselsan listede kaldı.
İlk 2000 şirket tarafından yapılan ve neredeyse dünyadaki toplamı oluşturan özel sektör Ar-Ge harcamasının değer olarak bölgesel dağılımına baktığımızda ise, ABD’nin en yüksek payı aldığını ve yüzde 41-42 arasında payının son 10 yılda çok değişmediğini görüyoruz. Dikkat çekici değişim Çin’de gerçekleşiyor: son 10 yılda toplam Ar-Ge harcaması içinde Çin’in payı yüzde 5’ten 17’ye çıkıyor. Buna karşılık AB’nin payı yüzde 24’ten 19’a düşüyor. Çin’in kazandığı pay, hem AB ve Japonya’daki hem de dünyanın geri kalanındaki düşüşten geliyor. Yeni teknolojilerin sanayi politikasından dış politikaya kadar her alanda en kritik mesele olması, tüm bu rakamlara ve değişime bakınca hiç şaşırtıcı değil. Uluslararası düzenlemeleri, ülkeler arası ilişkileri ve kural setlerini yeniden şekillendiren teknolojik dönüşüm için geleneksel dış politika çerçevesi ve bilgi içeriği yeterli değil. Giderek karmaşıklaşan yeni teknolojiler ve yarattığı paradigma değişikliklerini anlamak ve yönetmek için, teknoloji bilgisini dış politikaya entegre etmek gerekiyor. Bugünün gündemine eski malumat seti ve araçlarla yaklaşmak yüzeysellik getiriyor. Yeni teknolojilere ilişkin malumat setiyle, ülkenin koşullarına özgü beceri ve bilgi setini entegre ederek ancak yeni küresel düzende aktif rol alabilmek mümkün olabilir. Nereden başlayacağımızı bulmak için, Türkiye’nin sadece sanayi politikasında değil; ilişkili dış politikada da akıllı uzmanlaşmaya, teknik bilgiyi kapsayan akıllı seçimlere ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Eğer teknoloji ve rekabet gücü odaklı hazırlık yaparsak, içinden geçtiğimiz dönem Türkiye için AB politikasını yeniden şekillendirmek adına önemli bir fırsat sunabilir. Bilim ve teknoloji bilgisini tüm bu alanlara entegre etmek ve akıllı devlet ile akıllı özel sektör yaratmak için, yazının başında bahsettiğim gibi bilime dayalı kalkınmayı içselleştirmiş gerçek ve samimi insanların bilgisini kullanmaya ihtiyaç var. İşte şimdi yazıyı bitirip yayımladıktan sonra en güzel şey, Banu Hoca’nın okuyup “Kızım Selin, sen çok yaşa!” demesini umarak beklemek olurdu…
[1] Draghi, Mario. 2024. The future of European competitiveness – a competitiveness strategy for Europe. European Commission.
[2] Pelkmans, Jacques. 2024. A Critical First Response to Mario Draghi’s Competitiveness Report. Centre for European Policy Studies, (CEPS).
[3] Financial Times. "Mario Draghi's 'Old Europe' Mindset Overlooked Eastern Dynamism, Ministers Complain." September 2024.
[4] "Mario Draghi's Super-League Would Be an Own Goal for Europe." The Times, September 2024.
[5] EU Industrial R&D Investment Scoreboard 2024 Verileri.