TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Henüz mesleğimin başında, Dışişleri Bakanlığı İkili Ekonomik İşler Dairesindeki Merkez görevimi tamamlamıştım. Yapılan tebligat uyarınca, 1974 Ağustos ayında İkinci Kâtip olarak ilk yurt dışı tayin yerim olacak Bonn Büyükelçiliğine hareket etmek üzere hazırlanmaya başlamıştım. İşte tam o günlerde Türkiye’nin Kıbrıs Türklerini korumak amacı ile bir savaşa girmek zorunda kalması, çok önemli bir gelişmeye tanıklık etmeme de yol açtı.
Şöyle ki; Mayıs 1974’den itibaren Ada’daki Rumlar, Kıbrıs Türk’lerine saldırganlıklarını arttırmış ve durum iyice gerginleşmişti. Nihayet, Yunanistan’ın teşvik ettiği Rum lider Nikos Sampson 15 Temmuz günü silah zoru ile Makarios Hükümetini devirerek yönetime el koymuş ve Kıbrıs’ta bir “Yunan Cumhuriyeti” ilan etmişti. Gelişmeler, Kıbrıs Türklerinin geniş çaplı bir kıyıma uğrayacaklarına işaret ediyordu. Başbakan Bülent Ecevit, sorunun barışçıl yollarla çözümlenmesi için uğraş vermekteydi. Başbakan, Garantör ülke sıfatı ile başta diğer garantör ülke İngiltere’nin yanı sıra, ABD nezdinde de çeşitli girişimlerde bulunmuştu. Ancak, yapılan toplantılardan sonuç alınamamış, ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance ise, Atina temaslarından eli boş dönmüştü. Hem Başbakan’da, hem de Dışişleri yönetiminde sorunun diplomatik yollardan çözülemeyeceği kanaati hâkimdi. (Bu çerçevede, Başbakan Türk Silahlı Kuvvetlerine Kıbrıs’a olası müdahale için hazırlık talimatı vermişti).
Rumların Türk köylerine silahlı saldırıları vahim gelişmelere yol açacaktı. Olayların ciddiyeti arttıkça, Dışişleri Bakanlığında da hummalı bir çalışma sürmekteydi. Başta, Kıbrıs-Yunanistan Dairesindeki meslektaşlarımız olmak üzere ilgili daireler 24 saat üzerinden çalışıyorlardı. Doğal olarak, dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in Özel Kalemindeki görevliler de olağanüstü bir tempo içindeydiler. Bu durumu dikkate alan Bakanlık yönetimi, Bakan Özel Kalemine destek olmak amacı ile sıra ile diğer dairelerden 2 genç diplomatı gece nöbetleri için görevlendirmeye başladı.
İşte belki de meslek hayatımın en heyecanlı günlerinden birisi olarak addettiğim 20 Temmuz 1974 günü akşamı oda arkadaşım Umur Apaydın (sonradan Büyükelçi) ile Bakan Özel Kaleminde gece nöbetindeydik. Silahlı Kuvvetlerimiz gün ağarırken başarılı bir çıkarma ile Girne’ye ayak basmışlardı. Hepimiz gurur duyarak, sevinç gözyaşları dökmüştük. Bu arada çıkarma birliklerimiz “Yavuz Plajında” şiddetli Rum ateşi altında tutunmaya ve ilerlemeye çalışıyorlardı.
Ancak, sahadaki komuta kademesi ile Ankara’daki karargâh arasında haberleşme sıkıntıları yaşandığı da anlaşılmıştı. Bazı “güç odakları” birliklerimizin haberleşme sistemini elektronik engelleme faaliyeti içindeydi. Bunun üzerine harekâta dair gelişmeler, Lefkoşe Büyükelçiliğimiz telsizi vasıtasıyla, Dışişleri Bakanlığına, oradan da Genel Kurmay Başkanlığına iletilmekteydi. Dolayısı ile askeri harekâtın anlık detayları Bakanlığımıza da ulaşmaktaydı.
Nöbet gecemizde saat 03.00 sıralarında Bakanımız Prof. Dr. Turan Güneş makam odasının yan kapısından içeriye girdi. Yorgun olduğu her halinden belli idi, ancak gayet soğukkanlıydı. Elinde o dönemin resmi evrakları için kullandığımız 3. üncü hamurdan mamul sarı bir zarf vardı. Zarfı uzatarak, çok acilen ve bizzat Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’a elden teslim etmemizi ve cevabını kendisine iletmemizi istedi. (Dışişleri Bakanlığı, o dönemde bazı büyük ülkelerde olduğu gibi Bakanlıklar semtindeki eski Başbakanlık binası ile iç içe konumdaydı).
Bakanımız odasına geçtikten sonra, heyecan içinde hazırlandık. Acaba ne oluyordu da, bu saatte acilen Genelkurmay Başkanına gitmemiz istenmişti?
Savaş hali dolayısı ile gece sokağa çıkma yasağı ve karartma uygulandığından, en kısa yol olan eski Bakanlık binasının arka kapısından (Milli Müdafaa Caddesinden) Genel Kurmay Başkanlığına açılan kapıyı kullanmamız gerekiyordu. Askeri nöbetçilere “vur emri” verildiğini biliyorduk. Yol kısa da olsa meramımızı anlatana kadar başımıza bir aksilik gelir miydi? İkimizin de evde genç eşleri ve Umur’un küçük bir bebeği de vardı. Bu duygularla arka kapıdan çıktık. Birkaç adımdan sonra Genelkurmay’ın dışındaki sokakta tam teçhizatlı nöbetçiler bizi durdurdular. Konuyu anlatmamız biraz zaman aldıysa da, sonunda bizi Nöbetçi Subayına götürdüler. Nöbetçi subay zarfı almak istedi, ancak talimatımız gereği bizzat elden Genelkurmay Başkanına arz edip, cevabını alacağımız gerektiğini ısrarla tekrarladık. Bilahare, Nöbetçi amiri Albay ve daha sonra nöbetçi General geldiler. Meslektaşım Umur Apaydın ile birbirimize adeta kenetlenmiş durumda, ‘’aciliyetine binaen’’ zarfı bizzat elden vermemiz gerektiğini tekrarladık. Bizden ikna olmadılar, ama bizi de zarfı vermeye ikna edemediler!
Nihayet saat 03.30 dolaylarında nöbetçi General eşliğinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’a ulaştık. Çalışma odasının kapısındaydı. Büyük bir sorumluluk ve ağır bir yük altında olduğu belliydi. Zarfı kendisine teslim ettik. Hemen açarak okudu ve “Oradaki durumu biliyorum. Sayın Bakan endişe duymasın, sabah şafak sökmeden jetlerimiz gerekeni yapacak, bu şifahi mesajımı kendisine iletin” dedi. Bakanımızın mektubunun içeriğin bilmemekle birlikte, Genel Kurmay Başkanın cevabından savaşın kritik bir aşamasında olduğumuzu düşündük.
Bilahare, silahlı nöbetçi askerler Bakanlık kapısına kadar bize eşlik ettiler. Mesajı sözlü olarak Bakanımıza ilettik. O da gerekli yerlere bazı talimatlarını iletmemizi istedi. Sabah nöbetimizi yeni meslektaşlarımıza devretmeden önce, Hava Kuvvetlerimizin Rum mevzilerini daha gün tam ağarmadan sabah 04.00-04.30’dan itibaren bombalamaya başladıklarını duyduk. Hava Kuvvetlerimizin başarıları karşı tarafı o kadar şaşırtmıştı ki, uçaklarımızın ABD pilotları tarafından kullanıldığını bile iddia ettiler.
Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi kararı uyarınca 22 Temmuz’da yürürlüğe giren ateşkes ilanına rağmen, Rum tarafı çeşitli ihlallerle Türk köylerine saldırılarını ve katliamları sürdürmekteydi. İkinci kez 8 Ağustos’ta toplanan Cenevre Konferansından da sonuç alınamayacağı anlaşılınca, müzakereleri yürütmekte olan Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Başbakan Bülent Ecevit’i arayarak, tarihe mal olan “Ayşe tatile çıksın”* parolasını bildirmişti. Böylece 14 Ağustos günü İkinci Harekât başlatıldı ve bugünkü sınırlara ulaşıldı.
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında geçirdiğimiz o geceyi hiç unutamadım. Genç bir diplomatın daha mesleğin başlarında yaşadığı bu olay, ilerde nelerle karşılaşılacağının belki bir provası idi. Bu kadar hayati bir konuda bizlere nasıl güvenilmişti? Bu güvenin kaynağı, mesleğe girerken yapılan giriş sınavlarının ciddiyeti ve adayların titizlikle seçilmesi olsa gerek.
*“Ayşe Tatile Çıksın” parolasındaki Ayşe, Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Turan Güneşin kızının adıdır.
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
16/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
15/11/2024