TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
İklim değişikliği konusunda dünya artık konuşmaktan yapmaya geçiyor. Özellikle Atlantik’in iki tarafında hummalı bir biçimde yeni politikalar tasarlanıyor, bütçe tahsisleri yapılıyor. COVID-19 ile mücadele, COVID-19 sonrası toparlanma ile birleşiyor. Orada oluyor, burada olmuyor. Biz bekliyoruz…
İklim değişikliği ile mücadele, COVID-19 sonrası toparlanmanın ana politika eksenini oluşturuyor. İkiz dönüşüm hedeflerini artık biliyoruz: Yeşil ve dijital dönüşüm. Türkiye ise hala sanki “hele bir haziran gelsin, Avrupa Birliği (AB) ne yapacağını belirlesin” havasında bekliyor. Türkiye, ana pazarımız olan AB içindeki tartışmalara aktif biçimde katılmıyor. Bekliyor. Hata yapıyor. Neden? Ne yapacağını bilmediğinden. Ben aklımdakini yazayım bari.
Vakıa ile kavga olmaz
İklim değişikliği konusunda konuşmaktan yapmaya geçilirken, Türkiye’nin öncelikle adalet istemesi gerekiyor. Türkiye’nin “Beni Ek 1 listesinden çıkartın.” diye sabit fikirli olmayı bırakıp; iklim değişikliği ile mücadele kapsamında karbon bazlı olmayan büyümeyi hedefleyen yeni teknolojik devrimin, bölgesel ve küresel adaletsizlikleri daha da artırmamasını talep etmesi ve platformu oraya değil, buraya kurması gerekiyor. Neden?
Öncelikle aynı COVID-19 gibi, yeni teknolojik devrim her ülkeyi, her bölgeyi ve her bireyi aynı biçimde olumlu bir biçimde etkilemeyecek. Bazı ülkeler, bazı bölgeler, bazı çalışanlar iklim değişikliği konusunda konuşmaktan yapmaya geçişten olumsuz etkilenecekler. O vakit, adil geçiş, adil dönüşüm, adil rekabet iklim değişikliği konusunda konuşmaktan yapmaya geçerken en önemli meselelerimiz olacak. Zaman bunun nasıl yapıldığını tartışmaya açma zamanı. Ağlayacaksak, ağlamamız gereken yer tam da burası.
İkinci olarak ise, Paris İklim Anlaşması yanı başımızda biçimlenmekte olan yeni ticaret bölgesinin anayasası durumunda. Türkiye’nin vakıa ile kavga etmeyi bırakıp Paris İklim Anlaşması’nın parçası olmadan adalet talebini yükseltemeyeceğini bilmesinde fayda var. Kulübe üye olmazsanız, kulübün kuralları hakkında konuşamazsanız. Artık, kulübe üyelik koşullarını tartışmanın zamanı geçti. Şimdi yeni kulüpte adil rekabet, adil dönüşüm, adil geçiş taleplerini gündeme getirme zamanı. Nokta!
Üçüncü olarak ise, Türkiye’nin, Paris İklim Anlaşması’nı onaylamama konusunda ileri sürdüğü gerekçelerin hiçbiri bugün geçerli değil. Türkiye önümüzdeki dönemde finansman kaynaklarına erişmek istiyorsa, bu anlaşmayı onaylamak zorunda. Yoksa bir kenarda oturup yakınıp duracak ve yalnızca uluslararası rekabet gücümüzün erimesini izleyeceğiz. Benden söylemesi.
Nedir bu adil rekabet?
Aslında karbon bazlı olmayan bir büyümenin pekâlâ mümkün olduğunu uzun zamandan beri biliyoruz. Hatta gelişmiş ülkelerde uygulamaya konulan yeni teknolojilerin 1980’den 2019’a kişi başına katma değerin artışı ile kişi başına karbon emisyonları arasındaki ilişkiyi azalttığını da görebiliyoruz. Ancak bu geçiş bugüne kadar hızlı değil, yavaştı. Neden? Yeni teknolojileri uygulamaya aktarmak için gereken sabit sermaye yatırımı yüksek olduğu için. Şimdi COVID-19 nedeniyle normal ülkelerde faiz oranları düşük ve borçlanma şartları ehven iken, bu yatırımlara yönelmek daha kolay. O yatırımlar, aynı zamanda, COVID-19 sonrası toparlanmayı da rayına oturtacak. Beklenen bu.
Ama yalnızca normal ülkelerde faiz oranları düşük ve borçlanma şartları ehven. Bakınca görünen şu: Ağırlıkla ekonomisi problemli gelişmekte olan ülkelerde CDS risk primleri ve kamunun borçlanma maliyeti yüksek. Bu durumda ne beklemek gerekir? Zengin ülkelerle yoksul ülkeler, gelişmişlerle gelişmekte olanlar, ekonomisi sağlam olanlarla kırılgan olanlar arasındaki teknolojik ve dijital uçurumun daha da açılmasına neden olabilir yeni teknolojik devrim. Bu da küresel eşitsizlikler açısından iyi değil, kötü. Adil rekabet ortamı talebinin ilk kaynağı elbette burada.
Gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliği ile mücadelenin teknolojik gereklerine intibak edememesi, onların rekabet gücü kaybı anlamına gelecek öncelikle. Ama iş burada bitmiyor. Diyelim ki; başarılı bir şirketiniz var. Yeşil-dijital ticaret bölgesine mal satmak için bundan böyle sınırda ek karbon vergisi ödemek zorunda kalacaksınız. Neden? Sizin ülkenizde kamunun maliye politikası alanı yanlış politikalarla daraltıldığı ve devlet yapması gereken yatırımları yapamadığı için. Sonuç aynı. Tamam, suç bizde ama yine de adil değil. Geçiş sürecinin daha tedrici bir biçimde tanımlanmasında fayda var, bana sorarsanız. Bu da dikkate alınması gereken ikinci bir tespit, esasen. Tamam, hata bizde. COVID-19 çabuk biter sanıp son yıllarda elimizde avucumuzda ne varsa yanlış yere harcamışız. Yığınak hatası ortada. Fakat buna rağmen, intibak için bir süre olmasında fayda var.
Geleyim bir üçüncü noktaya. Yeşil-dijital dönüşüm süreci dünyada bazı ülkeleri, ülke içinde bazı bölgeleri daha bir olumsuz etkileyecek. Dünyada petrol üreticisi olanlar ve ülke içinde ekonomisi kömüre dayalı merkezler, karbon bazlı olmayan büyüme sürecine intibaktan mutsuz olacaklar. Bazı ülkeler, bazı bölgeler, iller ve ilçeler kaybedecekler. Örneğin Manisa Soma ve Zonguldak’ta kömüre dayalı üretimin istihdamdaki payı sırasıyla yüzde 46,7 ve yüzde 21,6 seviyesinde. İş planını kaybeden yöreler için özel bölgesel kalkınma politikaların küresel bir iş birliği içinde tasarlanması gerekiyor. Adil dönüşüme bir örnek işte bu.
Aynı durum sektörler ve tekil şirketler içinde geçerli. AB, geçen hafta sanayi politikası ile ilgili çerçevesini açıkladı. Vurgu hep bu adil geçiş üzerinde doğrusu. Kimsenin geride kalmaması, intibak etmek isteyen herkese sunulmuş bir “intibak menüsü”nün olması temel ilke benim gördüğüm. O intibak menüsünün içinde, AB’de faaliyet gösteren yabancı şirketlerin kendi ülkelerinden destek alıp AB tek pazarında haksız rekabet sağlamalarının önlenmesi de adil rekabet başlığı altında yer alıyor, benim gördüğüm.
Adil rekabet için Türkiye’ye düşenler nelerdir?
Ancak buraya kadar anlattıklarıma bakıp adil rekabet, adil dönüşüm veadil geçişin yalnızca AB’den talep edileceklerin bir nevi listesi olduğu yanılsamasına kapılmayın. Adil rekabet için Türkiye’nin iyi düşünülmüş bir yatırım programına ihtiyacı var. Her ülke gibi Türkiye’nin de var diye düzelteyim.
Öncelikle Türkiye’nin, bu dönüşüm sürecinin adil olması için kendi milletine, nasıl yatırım yapacağına karar vermesi gerekiyor. Ülkenin eğitim sistemini bu çerçevede elden geçirerek dijital dönüşümün gerektirdiği problem çözme kabiliyetine sahip yeni bir nesil yetiştirmek önemli. Mevcut eğitim ve beceri kapasitesi ile bugüne kadar elde ettiğimiz refah seviyesini koruyabilmek, bundan böyle asla mümkün olmayacak. Çocukların, ebeveynlerinin eğitim-beceri seti ile onların elde ettiği refah seviyesini elde edebilmeleri söz konusu değil.
İkinci olarak, ülkelerin yeni teknolojilere yönelik inovasyon süreçlerini destekleyecek bir altyapıya yatırım yapmaları gerekecek önümüzdeki dönemde. Yarış teknoloji alanında olduğuna göre hem işleyebilir inovasyon eko-sistemine hem de bunu besleyecek üniversite-teknoloji altyapısına çok yatırım yapmak gerekecek. Üniversite-sanayi işbirliği kadar, yatırım bankacılığı altyapısının da önemli olacağı bir yatırım programı gerekecek.
Üçüncü olarak ise, yeşil-dijital dönüşümü kolaylaştıracak kamu düzenlemesi altyapısının bir an önce tamamlanması önemli olacak. Yeşil-dijital tek pazara intibak etmeyi zorlaştıran her düzenlemenin gözden geçirilmesi ve tek pazarla uyumlu hale getirilmesi gereken bir program da elzem doğrusu.
İntibak için çabuk olmakta fayda var
Bugüne kadar alakasız gördüğümüz pek çok konu, şimdi yeşil-dijital dönüşüm gündeminin parçası oluyor. Örneğin Türkiye, bir süreden beri Avrupa’daki yerleşik kişilerin Türkiye’de açmış oldukları banka mevduat hesapları ile ilgili verileri, yerleşik oldukları ülkelerin maliye bakanlıkları ile otomatik olarak paylaşmayı engelliyor. Hâlbuki dün Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) bünyesinde yürütülen, vergiden kaçınmanın önlenmesi ile ilgili G20 çalışmaları, şimdi yeşil-dijital dönüşümün ayrılmaz bir parçası oldu.
Özellikle, bu dönüşüm sürecinin finansmanı için gereken kaynağın boyutları, Atlantik’in iki yanında her şirketin bir yerde mutlaka vergilendirilmesi konusunda bir mutabakata yol açtı. Türkiye, bu yılın haziranına kadar veri paylaşımı konusunda üzerine düşeni yapmazsa; şirketlerimizle iş yapan AB üyesi ülkelerin şirketlerinin Türkiye ile yaptıkları işlere bir dizi engel çıkacak. İlk engeli, geçenlerde Romanya’da gördük. Ticaret faaliyetlerimizde çıkacak engellerin nasıl hızlı çeşitlenmekte olduğunu görünce sakın şaşırmayın.
Peki, Türkiye neden bu kadar hareketsiz? Hadise öncelikle bir organizasyon kabiliyeti meselesi. Bugün Türkiye’de COVID-19’la mücadele sürecinde yakındığımız her şey, memleketin organizasyon kabiliyetinin ciddi bir erozyona uğramış olmasından kaynaklanıyor, bana sorarsanız. Başka bir şey değil.
Aynı durum, COVID-19 sonrası toparlanma sürecinin tasarlanması için de geçerli esasen. Türkiye, sanki, COVID-19 sonrasına otomatik bir intibak olacakmış gibi öyle kaderine razı bekliyor. İdarecilerimiz, sanki işi idare etmekten artık bıkmış gibi görünüyorlar doğrusu. Kimse tavır almak istemiyor. Kimse politika tasarımı ile ilgilenmiyor.
Hâlbuki Türkiye bir sanayi ülkesi. İhracatının yüzde 90’ı imalat sanayi mamullerinden oluşuyor. Organizasyon kabiliyetimiz olmasa, olur muydu? Olmazdı. Demek ki aslında var olan bir hasletten söz ediyoruz. Peki, ne oldu?
Bana öyle geliyor ki, Türkiye’nin mevcut durumu öncelikle hiçbir işin somut bir sahibi olmamasından kaynaklanıyor. Elbette her işin sorumlusu Sayın Cumhurbaşkanı. Fakat konu oraya gelinceye kadar kimse ortak bir politika çerçevesi tasarlamakla uğraşmıyor.
Mesela, yeşil-dijital dönüşüm gündemine bakın. Konu Çevre Bakanlığı’nı, Ticaret Bakanlığı’nı, Sanayi Bakanlığı’nı, Çalışma Bakanlığı’nı, Enerji Bakanlığı’nı, Dışişleri Bakanlığı’nı ve hatta milli güvenlikle ilgili birimleri de kapsıyor. Ama hepsini ortak bir politika çerçevesine oturtacak bir yapılanma yok. Var demeyin. Yok…
Eskiden politika tasarımı bakanlıkların müsteşarlıkları vasıtasıyla olurdu. Müsteşarlıklar tasfiye edildi. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) koordinasyonda önemliydi. DPT kapatıldı. Yerlerine bir şey konulmuş gibi yapıldı ama olmadı.
Hadisenin aciliyetine binaen Cumhurbaşkanımızın belki de meseleyi tüm veçheleriyle ele alacak, tam yetkili bir iklim değişikliği özel temsilcisine ihtiyacı var sanki.
Konu bu kadar çok taraflı olunca, hareket kabiliyeti görece daha yüksek olan iş dünyası örgütlerinin ve işçi sendikalarının bir araya gelerek kaçınılmaz dönüşüme yönelik ortak bir pozisyon belirlemeleri de sürecin yürütülmesine katkı sağlayacaktır. Küresel değişimi yakından takip eden ve değişimden birincil elden etkilenen bu aktörler, hükümetteki ataleti ortadan kaldırmaya da yardımcı olabilir.
Bir an önce bu konuda kendimizi toparlayamazsak, yakında çok geç olacak. Benim içim rahat: Söyledim ve ahiretimi kurtardım…
Bu köşe yazısı 17.05.2021 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024