TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Tarihte “Dinî muhalefet nasıl örgütlenir?” sorusunun cevabını, II. Abdülhamid Han kadar acı bir şekilde yaşamış başka bir devlet adamı herhâlde yoktur. Çünkü dinin iktidar yıkan gücü ve iktidara karşı bir muhalif hareket olarak örgütlenmesi, en karmaşık biçimde Sultan II. Abdülhamid’e karşı uygulanmıştı. Yanlış anlaşılmasın, din derken kastım: Allahü teȃlȃnın beşere gönderdiği ilahi vahyi kastetmiyorum. Kastım, inançlar ve o inançları topluma anlatmakla sorumlu olan: Ulema… Orta Doğu’da ulemanın siyasetle ilişkisi her zaman doğru şekilde ilerlememiştir. Bazen ulema siyasetteki ȃkil adam rolünü unutarak sahaya inmiş, gündelik politikanın önemli bir aracı hâline gelmiştir. Bu durum da inançların toplumu harekete geçirme, sosyal hareketler ve dalgalanmalar oluşturma gücünden istifade etmeye çalışan muhalif gruplar için bulunmaz bir fırsat sunmuştur. Bu yüzden İmam-ı Gazâlî hazretleri ulemayı, siyasetle ilişkisine dikkat etmesi gerektiği konusunda uyarmaktadır. İbn-i Haldun da ulemanın siyasetin tabiatını anlayamayacağını, ulemadan iyi bir siyasetçi olmayacağını söylerken hiç de haksız sayılmaz.
İlmiyye’nin Bozulması
Sultan II. Abdülhamid’in en büyük özelliklerinden birisi, Osmanlı eğitim sistemi içinde sorun çözmekten daha çok sorun hâline gelmeye başlayan medreselere karşı yeni bir eğitim modelini hayata geçirmeye çalışmasıdır. Ünlü devlet adamı ve ȃlim Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun yaptığı medeni kanun tasarısı olan Mecelle çalışmalarının sonucu, 1898'de modern anlamda ilk hukuk fakültesini Sultan Abdülhamid Han açmıştır. İkinci olarak, XX. yüzyıl başında açılan Darülfünun (bugünkü İstanbul Üniversitesi) bünyesinde, Ulum-i Aliye-i Diniye şubesinin kurulması ulemayı biz artık dışarıda mı kalacağız endişesine sevk etmişti. Bir yerde aslında kendisini yenileyemeyen, liyakat sistemini yitiren ilmiyye sistemi ile Cevdet Paşa gibi hem medreseli hem de iyi bir hukuk nosyonuna sahip yetişmiş devlet adamları arasındaki makas giderek açılmıştır. Bunu bilen Abdülhamid Han, tercihini ikincisinden yana kullanarak, bu tarafı güçlendirmeye çalıştıkça merkezin dışında kalan bazı ulemada durumdan şikâyete başlamıştı. Bu durumu Cevdet Paşa kendi kaleminden şöyle izah eder:
“Şeyhülislâm Kezûbî Hasan Efendi ve anınla berâber ziyy-i ulemâda bulunan nice cühelâ dahi, böyle bir fıkıh kitâbının dâire-ı ilmiyyede yapılmayup da dâire-i adliyyede yapılmasından dolayı aleyhime kıyam etmişler idi.”
Yine Cevdet Paşa’ya göre; “İlmî liyakat ilkesinin ihlalinden dolayı düşüşe geçen ulema, yaşadığı siyasî dünyayı tanıyamaz ve anlamlandıramaz hâle gelmiştir. Mebahis-i mülkiye (devlete ait meseleler) üzerine fikir yürütme yeteneklerini kaybetmelerinden dolayı ilmiyenin siyasî karar alma mekanizmasına aktif bir şekilde katılım imkânı kalmamıştır.”
Ben şahsen Paşa’nın bu tespitine binaen ulema sınıfının dünyayı okumaktan aciz kalması, liyakatle makamları elde etmemesi durumunda daha fazla manipüleye açık hâle geleceğini de eklemek istiyorum.
Ulemanın İsyan İçin Örgütlenmesi
Nitekim Jön Türkler II. Abdülhamid Han’a karşı ulemanın bu zaaflarından çok fazla istifade etmeyi başararak güçlü bir “dinî muhalefet”i örgütlemeyi başarmışlardır. Osmanlı gibi dindar bir toplumda toplumsal karşılığı daha yüksek olacağından, dinî argümanlar üzerinden II. Abdülhamid’e saldırmak üzere kurulu bir muhalefet geliştirmişlerdir. Osmanlı toplumunda aydın, bürokrat, modern askerî sınıflar yanında ağırlıklı olarak ulema sınıfı üzerinden geliştirilecek bir muhalefet dalgası ile II. Abdülhamid’in baş etmesi oldukça zor olacaktır. Ulema kesiminin muhalefet saflarına dâhil edilmesi hem inanılırlığı garanti edecek hem de camileri kamuoyu oluşturmak için kullanma gücü verecektir. Bu yüzden Jön Türkler özellikle basın yoluyla çıkardıkları dergilerde, el ilanlarında ve özel risalelerde Abdülhamid Han’a karşı dinî bir söylem oluşturmayı tercih etmişlerdir. Anlayacağınız bugün, sosyal medya ve YouTube üzerinden yürütülen kamuoyu oluşturma etkinliği o gün yazılı matbuat aracılığı ile yapılmaya çalışılmıştır.
Hatta Abdülhamid’in en büyük talihsizliğinin bu dinî muhalefet söylemini etkisiz kılmak için bir karşı söylem (counter narrative) geliştirme imkânı bulacak ulema sınıfının yanında olmayışıdır. Örgütlenen dinî muhalefetin II. Abdülhamid’e karşı kullandığı argümanlardan biri “Hilafetin Kureyşliliği” iddiasıydı. Ne kadar ilginçtir ki, Vehhabi Selefilerin Arap milliyetçi isyanları örgütlemek için kullandığı bu delil, şimdi Abdülhamid’e karşı kullanılıyordu. Mısır’da yayınlanan “İmamet ve Hilafet Risâlesi”nde İmametin Kureyş’ten olmasının Ehl-i Sünnete göre şart olduğu ifade edilerek, Abdülhamid’in Hilafetinin meşru olmadığı söylenmektedir. “Mahkeme-i Kübrâ” risalesinde de Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Yavuz Sultan Selim’in hilâfeti Osmanlı hanedanına geçirmesiyle Kureyşlilik şartının “mahv olub” gittiği vurgulanır.
Mısır’da yayınlanan Kanûn-i Esâsî’yi çıkaran Hoca Muhyiddin’in, Arapçadan Türkçeye tercüme ettiği Hazreti Buharî’nin hadis kitabına ait Mîzân’daki tanıtım yazısında da, II. Abdülhamid’in kitabın Türkçeye tercümesine izin vermediği söylenmektedir. Özellikle İmam Buhari’nin eserinin Arapçasında da Hilafetin Kureyşliliği kısmının çıkarıldığı iddia edilir ki bu doğru değildir. Dinî muhalefetin Abdülhamid Han’a karşı sık başvurduğu, dinî eserleri yasaklattığı iddiaları bana FETÖ baskınlarında, ele geçen FETÖ dinî yayınlarını sergileyen polislere karşı “Kutsal kitabımız Kur’ân, bir suç delili olarak sergilendi” manşetlerini çağrıştırdı.
Abdülhamid’e Kanûn-i Esâsîyi askıya aldığı uygulamadığı, Meclis’i kapattığı eleştirilerinde bulunan ulema ile keyfî uygulamaları kanun yerine geçip, “şerîat-ı Muhammedîye”yi unuttuğu, “ahkâm-ı şer’iye”yi günden güne kaldırttırdığı iddialarını dile getiren aynı ulemadır. Yayımlanan fetvalarda Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’ndaki ziyafetlerde “hamr/alkollü içki” ikram ettiği, devlet adamlarını zevceleri ile birlikte sarayda ağırladığı, sarayda onlarla tiyatro seyrettiği, müzik dinletisi icra ettiği, onlara hediyeler verdiği en sık eleştirilen konuların başında gelmektedir. Bu fetvalarda Abdülhamid’e halife olarak itaat edilmesinin meşru olmadığı, “Ulemâ-yı din hazerâtı tarafından verilen fetâvâ-yi şerife mûcibince Abdülhamid’in idâmı lâzım” geldiği, “makâm-ı mukaddes” olan hilâfeti “işgal” etmiş birisi olduğu ileri sürülür…
Abdülhamid’e karşı kullanılan ve özellikle ulemayı, müderrisleri ve medrese hocalarını ona karşı kışkırtmak için kullanılan diğer bir argüman da ulema ve medrese kesimlerinin Sultan II. Abdülhamid döneminde hakir görüldüğü, sefâlet içinde yaşadıkları söylemleridir. Dinî muhalefeti örgütlemek için kullanılan risalelerde ve yazılarda padişahın ramazan ayında verdiği maaşın merhametinden değil, ulema sınıfını bu ayda parasız bırakmanın kendisi için tehlike olduğunu düşünüp korkusundan dolayı verdiği ifade edilmektedir…
Bu metinlere göre ulemaya saygı kalmamıştır, dinî ilimlere itibar edilmemektedir, modern okullarda okuyanlara daha fazla maaş ödenmektedir. Hoca Muhyiddin, II. Abdülhamid’e gönderdiği ve Kanûn-i Esâsî gazetesinde de yayımlanan arizasında ulemanın bu zamanda hor ve hakir tutulduğunu, talebe-i ulûmun dilenci konumuna indirildiğini vurgulayarak şöyle demektedir: “Efendimiz! Bir kere târihlere bakınız! İslâmiyet’in bidâyetinden beri ricâl-i ilmiye böyle tazyike, kütüb-i şer’iye böyle tahrife uğramamıştır!”
Daha sonra bunun da kasıtlı olarak ulemanın Meclis’-i Mebusan’a sahip çıkmasından kaynaklandığını söyler:
“Bunlar hep Meclis-i Meb’ûsân’ın küşâdı içün hocaların ittifâk itmeleri ve halka önayak olmaları havfından ileri geliyor…”
Buna rağmen Maarif Nezareti medreselilerden düşük seviyede bilgiye sahip “birtakım çoluk-çocuğu” yüksek maaşlarla muallim olarak atamakta ve medreselilerin hakkı yenmektedir. Osmânlı gazetesinde Abdülhamid’in ulemanın muhalefetini bastırmak için halkın arasına “Saray uleması”nı yaydığı da iddialar arasındadır. Ulemanın “Saray uleması” “halkın uleması” şeklinde ikiye ayrılması da oldukça ince bir taktiktir. Böylece Sultan Abdülhamid’e karşı oluşturulan dinî muhalefete, karşı söylem (counter narrative) oluşturma çabasının içi boşaltılmaktadır…
Abdülhamid Han döneminin karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi de frengi hastalığının yayılmasıdır. Osmanlı Rus savaşlarından sonra yaşanan toplumsal kaos ve kaybedilen topraklardan içeriye doğru yaşanan göç dalgalarıyla bu hastalık, daha da görünür hâle gelmiştir. Hastalığın halk arasında cinsel yolla bulaştığının sanılması nedeniyle fuhşun arttığı yorumlarını gündeme getirmiş ve bu özellikle Sultan Abdülhamid’e karşı kullanılmıştır. Oysa frenginin ortak kullanılan eşyalarla kısa sürede yayılabilen, non-venereal (endemic trepanomatoses) formu olduğu da bilinmektedir. Ayrıca II. Abdülhamid Han’ın salgın hastalıkla mücadelede etkin bir şekilde modern tıptan faydalandığı bilinmektedir. Alman Doktor Düring’in başında bulunduğu tıp ekibi, Osmanlı’da frengi ile etkin bir mücadele etmiştir…
Görüldüğü gibi Osmanlı toplumunda iktidarın meşruiyetini zayıflatmanın en kolay yollarından birisi, dinî grupları yönetime karşı mobilize edecek araçları bulmaktır. Meşruiyetini dinî gruplara bağlayan iktidarlar, her an ellerinden bu meşruiyet kılıcını başkalarına kaptırabilirler. Libya’da Kaddafi Selefilerle girdiği ittifakı Hafter’e kaptırmış, Irak’ta da Saddam Hüseyin ordu içindeki Kesnizani tarafından ihanete uğramıştı. FETÖ ile de aynı süreçleri biz yaşamadık mı? Mehmet Akif’in dediği gibi:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Peki, ulema gördüğü yanlışlıkları söylemeyecek, haksızlara itiraz etmeyecek mi? Elbette edecek fakat sanırım doğruyu, hatayı, hakkı söylemek ile çatışmayı, kaosu ateşlemek arasındaki ince çizgi üslupta gizlidir. Kötü bir üslup, en basit hakikatlerin bile hazmını zorlaştırır.
Ne demiş Yunus Emre:
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz,
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı,
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz…
Bu köşe yazısı 26.12.2020 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.