TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçen hafta Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden dönerken yanında getirdiği Eş’ari âlimlerle, Osmanlının Eş’arileştiği iddiasının neden gerçek olmadığını yazmıştık. Bu hafta yine bu iddianın bir devamı sayılabilecek, bir başka iddiayı ele alacağız. Rasathanenin kapatılmasına yol açan ve 17. yüzyıl Osmanlıda bilimin, felsefenin ve akli disiplinlerin sonunu getiren: Dinî fanatizm iddiası. Bu iddia özellikle Osmanlıda Kadızadeliler ve Sivâsîler tartışmasına onun devamında da kısmen Eş’ariliğin yayılmasına bağlanmaktadır. Yalnız bu sefer bu iddiayı ortaya atan kişi Osmanlı tarih yazımının üstadı a’zamı kabul edilen: Halil İnalcık olmuştur. Allah rahmet etsin, Hoca gerçekten büyük bir tarihçiydi ama elbette yanılmaz değildi. Bu konuda bazı tarihçilerin de yaptığı gibi Kâtip Çelebi’nin anlattığı resmi sorgulamaksızın kabul etti.
Rahmetli Halil İnalcık “Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ 1300-1600” adlı klasik eserinin sondan bir önceki bölümünü, The Triumph of Fanaticism (Bağnazlığın Zaferi) olarak isimlendirmiştir. Bu bölüm, 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlı kültürel ve entelektüel gelişiminin 16. yüzyılın sonlarında ve 17. yüzyılda dinî gericiliğin yeniden canlanmasıyla nasıl sona erdirildiğini açıklamaktadır. İnalcık’ın açıklamasına göre astronomi ve felsefe gibi geliştirilen akli ilimlerin eski geleneği, ismini Vaiz Kadızâde Mehmed’den (ö. 1635) alan ve tavizsiz, sıkı din âlimi Mehmed Birgivî’den (ö.1573) esinlenen, tutucu Kadızâdeli hareketinin şiddetli bir şekilde ortaya çıkmasıyla yok olmuştur. “Bağnazlığın Zaferi” başlığı altında Halil İnalcık tarafından sunulan tezler şunlardır:
I. 16. yüzyılın sonundan itibaren güçlü bir şekilde bağnaz Kadızâdeli hareketi ortaya çıkmıştır.
II. Yapımından sadece birkaç yıl sonra 1580’de Osmanlı rasathanesi bağnazlarca yıkılmıştır.
III. Osmanlıda akli ilimlere olan ilginin azaldığından yakınan Taşköprülüzâde (ö. 1560) ile Osmanlı kâtibi ve bibliyografyacısı Kâtip Çelebi’den (ö. 1650) yapılan alıntılar bunu kanıtlamaktadır.
Khaled el-Rouayheb’in “Islamic Intellectual History in the Seventeenth Century: Scholarly Currents in the Ottoman Empire and the Maghreb” adlı eserinde İnalcık’ın bu tezlerinin neden yanlış olduğunu uzun uzun anlatır. Ayrıca bu konuda müstakil bir makalede yayınlar. Makale Tuğrul Kütükçü ve Aygün Yılmaz tarafından tercüme edilerek Mizanu’l-Hak dergisinde yayınlanır.
Rouayheb’e göre, 16. yüzyılın sonunda Kadızâdeli hareketinin ortaya çıkışı kesinlikle inkâr edilemez. Fakat bu Kadızâdelilerin onaylamadığı ve karşı çıktığı her görüşün karşılık bulduğu anlamına gelmez. Söz gelimi, Kadızâdelilerin eleştirilerine rağmen tasavvuf gelişimini sürdürmüştür. İsmâil Ankaravî (ö. 1631) ve Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevi’si üzerine şerhleriyle meşhur: Sarı Abdullah Efendi (ö. 1661) ilk örneklerdir. Yine İbnü’l-Arabî’nin “Fusûsü’l-Hikem” üzerine yaptığı kıymetli şerhiyle tanınan Abdullah Bosnevî (ö. 1644), Rûhu’l-Beyân olarak bilinen tasavvufi tefsir yazarı İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1724) gibi Türk Osmanlı sufîler 17. yüzyılın en önemli simalarıdır.
Kâtib Çelebi’nin Kadızâdelileri akli ilimlere karşı çıkmakla suçlaması da doğru değildir. Bazı çevrelerce İbn Teymiyye çizgisinin devamı olarak itham edilen Mehmed Birgivî’nin bizzat kendisi mantık, diyalektik, kelâm, matematik ve astronomi çalışmalarını açıkça kabul etmiştir. Birgivî’nin baş eseri olan Tarîkatü’l-Muhammediyye’de matematiğin farz-ı kifaye olduğunu ifade eder. Yine ona göre tıp ve astronomi de aynı kategori içinde yer alır.
Aslında Osmanlı âlimlerinin en katılarından biri olan ve Kadızâdeli hareketine ilham verdiği söylenen Birgivî’nin, astronomi ilmiyle ilgili bir problemi bulunmamaktadır. Bu açıdan sıklıkla bu bağnazlığın sonucu olarak, 1580’de yıkılan rasathanenin yıkımının arkasındaki sebepleri tekrar gözden geçirmek gerekir. Arap astronomi tarihçisi D. A. King ayrıca şunları kaydeder: Gözlemevinin yıkılması, “1577’de meşhur kuyruklu yıldızın ortaya çıkmasından sonra Osmanlı müneccimlerinin, Osmanlı Devleti’nin Safevilere karşı zaferini yanlış bir şekilde tahmin etmelerinin” sonucu olarak görülür. Zira III. Murat savaş ilan ettiğinde kuyruklu yıldızın bela getireceği ve Osmanlının yenileceği söylenerek savaşa itiraz edilmiştir. Zaten Birgivi de gökyüzündeki gözlemlerin olacak olaylarla ilgili işaretler olarak yorumlanmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Karşı çıkılan durum, gökyüzünden haber vermek ve gelecekte şu olaylar olacak diye kehanette bulunmaktır. Yoksa gökyüzünün oruç ve namaz vakitlerinin belirlenmesi veya iklim olayları için gözlemlenmesine hiçbir zaman karşı çıkılmamıştır.
Birgivi, inançta Matüridi, amelde de Hanefi bir âlimdir. Eserlerinde İbn Teymiyye’ye yönelik hiçbir atıf bulunmaz. Bu açıdan onun Selefi olduğuna ilişkin değerlendirmeler hatalıdır ve gerçekle alakası olmayan ithamlardandır. O dönemde tasavvufa yönelik sert eleştirileri dönemin genel bir yönelimi olarak görmekte fayda vardır. Birgivi zühde vurgu yaparken daha çok felsefi, metafizik tasavvufu eleştirmiştir. Bunun nedeni de muhtemelen Bȃtınî akımların Anadolu’ya sızmaya başlaması ve tarikatlarda görülen birtakım aşırı uygulamalardır.
İnalcık’ın tezinin dayanağı olarak ileri sürülen diğer bir delil de Taşköprülüzâde ve Kâtip Çelebi’den yapılan alıntılardır. Bunlar ne kadar doğrudur? Şüphesiz Taşköprülüzâde ve Kâtip Çelebi, geçmiş zamana kıyasla, kendi beklentileri açısından “akli ilimlere” olan ilginin azaldığı izlenimine sahip olabilirler. Fakat bunlardan neredeyse bir buçuk, iki asır sonra Saçaklızâde (ö. 1732), çağdaşı olan birçok Osmanlı âliminin ve öğrencisinin felsefeye olan merakından şikâyet etmekteydi. Saçaklızâde, 15. yüzyıldan beri kendi zamanında Osmanlılar arasında felsefe, hikmet adıyla kendine alan bulmuştur. Müslümanların felsefeyle iştigali ülkelerinin bu dinsiz gidişatın Hristiyan Avrupa tarafından ele geçirilmesine neden olacaktır. Ona göre Tatarların (Moğollar) Müslümanların ülkelerini yerle bir etmesinin sebebi de felsefeyle meşgul olmalarıydı.
Görüldüğü gibi yaklaşık 150 yıl önce Kâtip Çelebi akli ilimlere ve felsefeye ilginin olmadığından yakınırken; Saçaklızâde tam aksine felsefeye olan ilginin dinî ilimlere talebi azalttığından yakınmaktadır. Peki, gerçekte 18. yüzyılda durum nedir? Halil İnalcık’ın da iddia ettiği gibi akli disiplinler ve felsefe de bir gerileme mi yoksa Saçaklızâde’nin dediği gibi bir talep artışı mı vardır? Doğrusu bir talep artışı olduğu söylenmese de 18. yüzyılda çok ciddi bir felsefi eser yazımı olduğunu biliyoruz.
19. yüzyılda, Esîrüddin Ebherî’nin (ö. 1265) Hidâyetü’l-Hikme adlı fizik ve metafizik el kitabı, Kādî Mîr Hüseyin Meybüdî (ö. 1504) şerhiyle birlikte defalarca İstanbul’da basılmıştır. Her ikisinin orijinal Arapça ve Türkçe tercümesi Mehmed Kirmânî (ö. 1760) tarafından yapılmıştır. 19. yüzyılda basılmış bu eser üzerine 17. yüzyılın sonunda ve 18. yüzyılda Osmanlı âlimleri tarafından yapılan (Arapça) üç haşiye vardır. Bu eserleri yazan âlimler şunlardır: Kara Halil Tirevî (ö. 1711), Mehmed Kefevî (ö. 1754), İsmail Gelenbevî (ö. 1791).
Saçaklızâde’nin tüm akli ilimleri kınayan bir gerici olmaktan uzak olduğu da eklenmelidir. O; astronomi, matematik, tıp, mantık ve diyalektik çalışmalarını incelemek için yola çıkmıştır. Ayrıca matematik ve tıp araştırmalarını da olumlu bir katkı olarak görmektedir. Dolayısıyla, burada felsefenin özellikle ilahiyat alanına giren âlemin yaratılmamış olduğu gibi iddialara karşı çıkıldığı ama genel anlamıyla tümden bir karşı çıkışın olmadığının bilinmesi gerekir.
Bununla birlikte tarihçiler “Bağnazlığın Zaferi” tezi yüzünden 17. yüzyılın ikinci yarısında ve 18. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen dikkate değer bir sosyal ve kültürel değişimi de gözden kaçırmıştır. Bir tahmine göre, İstanbul medreselerinin sayısı 1650 ile 1705 yılları arasında iki katına çıkmış olabilir. Dolayısıyla aslında 18. yüzyıl da medreseler ve eğitim kurumlarında ciddi bir artış gözlemlenmiştir. Bu tarihlerdeki en önemli değişimlerden birisi de 16. yüzyılın başlarında İran’daki Şii Safevî hanedanlığının kurulması ve sonrasında Safevilerin Azerbaycan ve Şirvan’ı fethetmesiyle birlikte Anadolu’nun Sünni Fars, Azeri ve Kürt âlimlerin akınına uğramasıdır. Bu devirde matematiğin büyük üstadı olan Ömer Çilli (ö. 1655) gibi birçok âlim Anadolu’ya sığınmıştır. Rouayheb bunların detaylı bir listesini aktarır.
Peki; tefekkür, bilim ve akli düşünce kesintiye uğramadıysa Osmanlı neden geri kaldı. Aslında bunun cevabını Lütfi Paşa’nın Âsafnâme’sinden, Koçi Bey’in Risalesi’ne kadar yazılan birçok ıslahatnameler açıkça söylüyor. Aslında Osmanlıda âlimler devlet adamlarına onlarca belge hazırlayarak nerede hata yapıldığını tespit etmiştir. Bunlar genel hatlarıyla şöyledir:
Unutmayalım ki, dinin sosyal ve ahlaki amacı bunların düzeltilmesini sağlamaktır. Bunları düzeltemeyen bir din sadece satırlarda yazılan, dudaklarda anılan ve gerçekte hiçbir işlevi olmayan bir dindir. Bu yüzden Osmanlının geri kalmışlığını teolojide değil, inanılan dinin hayata aksetmeyen yüzlerinde aramak lazım.
Bu köşe yazısı 28.11.2020 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024