TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Kamuoyu araştırma şirketi KONDA, 15-29 yaş arası gençlerin hayata bakışlarında ve yaşam şekillerinde son 10 yılda neler değiştiğine dair bir rapor yayınladı. Bu raporda gençler (18-29 yaş) arasında dindarlığın son on yılda azaldığı belirtiliyor. Kendini dindar olarak görenlerin sayısı 2008’de %55 iken 2018’de bu sayı %51’e gerilemiş.
Baştan söyleyeyim gençleri yargılayacak değilim. Gençlerin hayat tarzlarını, inançlarını, dünyaya bakışlarını küçümsemeyeceğim. Yıllardır eğitim kurumları içinde gençlerle çalışıyorum. İlahiyat fakültesinden farklı üniversitelere kadar oldukça farklı çevrelerde gençlerle birlikte çalışma imkânım oldu. Türkiye’de gençlerin birçok problemi olduğunu görüyorum ve biliyorum. Bu nedenle çıkan bu tablonun asla onların tercihleri ve meselesi olmadığına inanıyorum. Ortada gençlerle ilgili bir sorun varsa bunun sorumlusu gençler değil biz büyükleriz. Neden mi? Müsaadenizle açıklamaya çalışayım...
KONDA, yasalar gereği bu araştırmasını 18 yaş üstüne uyguluyor. Bu çalışmada da genç olarak isimlendirdiği yaş aralığı 18-29 arasıdır. Yani 1990 doğumlu ve sonralarını kapsıyor. Bu gençlerin hikâyesi Özallı yılarla başlıyor. Aynı zamanda bu nesil internete doğmuş bir nesil. Enformasyon miktarının giderek arttığı, herkesin her gün her saat erişilir olduğu bir çağa doğdular. Maalesef bu ileri teknoloji çağının çocuklarımıza neler yaptığını, neler yapabileceğini kavramakta geç kaldık. "Ne yani, ileri teknoloji çağının gençlerimizi daha az dindar yaptığını mı, iddia ediyorsunuz?" dediğinizi duyar gibiyim. Evet, hatta daha fazlasını söylüyorum. TechnoStress: Coping with Technology adlı eserin yazarı Larry D. Rosen’ın dediği gibi sürekli açılıp duran ileti pencereleri, akıllı telefonlar, sosyal medya ve video oyunları, Youtube algoritmasının genç beyinleri iğfal ettiğini söylüyorum. Çağın en büyük hastalığı hâline gelen dikkat dağınıklığı ve odaklanma sorunu gençlerin kalıcı olarak soyut şeyleri öğrenmelerini ciddi anlamda zorlaştırıyor.
Sürekli erişilebilirlik, davetsiz bildirimler, daldan dala atlamayı kolaylaştıran özellikler, sanal gerçeklik alanında oluşturulan kült imgeler zihnimizin gerçeğe odaklanmasını güçleştiriyor. Teknolojiyle büyüyen gençler dağınık bir zihin durumunu yaşıyorlar. Etrafınıza bir göz gezdirin, hem telefonuyla oynayan hem de karşısındaki ile sohbet eden, göz ucuyla da etrafını süzen insanlar göreceksiniz. İşte buna "sürekli kısmi dikkat ve çoklu görev geçişi" diyoruz. Bunun yol açtığı etki ise, odaklanamama ve dikkat dağınıklığı şeklinde dönüyor bize. Yapılan bir araştırmaya göre, çok önemli olduğu söylendiği hâlde öğrenciler üç ile beş dakikadan fazla bir konuya odaklanamıyorlar.
Eskiden altını çize çize okuduğumuz, uzun uzun not ettiğimiz bilgileri, şimdi hızla göz gezdirip geçiyoruz. Düşüncelerimizi iletmek için yazı yazmak yerine, kısa fragmanlar kullanıyoruz. Mektup yerine kısa bir e-Posta yollamakla yetiniyoruz. Twitter ilk çıktığında 140 karakterle nasıl yazarız diye düşünüyorduk, artık fazla bile geliyor. Peki, ne mi oluyor? Sabrımız kalmıyor, tahammülü, beklemeyi unutuyoruz. Aceleciliğimiz her şeye yansıyor. Düşünmeyi, tefekkür etmeyi, zikri, uzun uzun kendimizi dinlemeyi, sukutu nefsi kaybediyoruz. Kısacası manevi dünyamız erozyona uğruyor. Tüm bunlar olurken yapayalnız olduğumuzu anlıyoruz.
Neden mi? Çünkü artık çocuklar ailelerin değil. Aile bir çocuğun gelişimi ve eğitimi için çevresel faktörlerden sadece birisi. Kuşkusuz en önemlisi ama sadece aile artık hiçbir anlam taşımıyor. Çocuğun ve gencin yetişmesinde okul, arkadaş çevresi ve sosyal medya artık eskisinden çok daha fazla rol oynuyor. Yeni Zelanda saldırganında gördüğümüz gibi internet üzerinden radikalleşen binlerce genç var. Çocuklarımızı yalıtılmış mekânlarda, Kolejlerde eğitmeyeceğimiz bir dünya var. İmam Hatip’e göndererek dindar olarak yetiştirmeyi düşündüğünüz çocuğunuzun elindeki akıllı telefon ve internet ağı, ona öğretmek istediğiniz dünyayı kökten sarsabilecek bilgilerle dolu. Dünya artık duvarlar öremeyeceğiniz kadar şeffaflaştı. Ve en kötüsü biz bu dünyaya hazırlıksız yakalandık.
90’larda hızla daldığımız bu dijital dünyaya karşı koyabilecek ne eğitim sistemimiz ne de din eğitimi ve öğretim planımız vardı. 18 yaşına gelmiş bir gencin dinî tutum ve davranışlarının çok erken bir dönemde geliştiğini elbette tahmin edebilirsiniz. Bırakın dinî tutum ve davranışlarını ahlaklı bir birey olmasını sağlamak için bile değerler eğitimine çok erken yaşta başlamamız gerekir. Bir çocuğun sıraya girmesi, yalan söylememesi, başkasının hakkına saygı göstermesi, hırsızlık yapmaması gibi birçok ahlaki davranışı kazanması için okul öncesi eğitimde bu değerleri kazanması gerekir. Çocuğun bilişsel gelişimi ile ahlaki gelişimi arasında oldukça yakın bir ilişki vardır. 0-6 yaş ise bunun için en uygun dönemdir.
Türkiye dijital çağın çocuklarını 1980’den kalma yöntemlerle yetiştiren bir ülke olmayı tercih edemez. Maalesef bu konuda en kötüsünü yaparak Türkiye; din eğitimi ve değerler eğitimi gibi alanları uzun süre FETÖ’cülere teslim ederek bu alanı istedikleri gibi kullanmalarına izin verdi. Örgüt, din eğitimini kendi istediği şekilde bir nesil yetiştirmek için özellikle kullandı. Örgüt içi hazırlanan “Nasıl Anlatalım” adlı 1986 yılında basılan eser bu açıdan oldukça önemlidir.
Buna karşılık Kur’ân kurslarından İmam Hatiplere, ortaokuldan liselere kadar din öğretimi ve ahlak eğitimi tam bir sorunlu alan olarak karşımıza çıkar. Bu konuda onlarca sempozyum, panel düzenlense bile ortada hâlâ oturtulamayan bir eğitim sistemi vardır. İlahiyat programları yetersiz görülerek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretimi için fakülteler açılmış sonra da başarısız oldu diye kapatılmıştır. Öğretmen yetiştirme sorunu maalesef din eğitimi ve öğretimi için de devam etmektedir.
Oysa yapılan çalışmalar eğitimde en önemli unsurun öğretmen olduğunu göstermektedir. Martin Carnoy ve bir araştırma ekibinin 2007’de yayınladığı “Cuba’s Academic Advantage: Why Student’s in Cuba Do Better in School” adlı çalışma Küba öğrencilerinin neden okulda Latin Amerikalı akranlarına göre daha iyi performans gösterdiğini analiz eder. Sonuç olarak öğretmen performansının Küba'nın yoksulluğuna rağmen önemli akademik sonuçlar elde ettiği görülür. Dolayısıyla öğretmen eğitimi bugün her şeyden çok daha önemli hâle gelmiştir. Biz ise öğretmen yetiştirmeyi yeniden düşünmek yerine eğitim politikalarımızı müfredat çöplüğüne döndürdük. Oysa müfredat ve teknoloji yerine daha profesyonel öğretmen yetiştirmeyle uğraşsaydık sanırım daha başarılı olurduk.
Özellikle din bilgisi öğretiminde her gün karşılaştığım örnekler beni daha fazla endişelendiriyor. Lisede "deccal" videoları izleten din dersi hocaları, "Sünnet namazı diye bir şey yoktur" diyen ortaokul öğretmeni, Selefîliği tavsiye eden meslek dersi hocaları, mealciliği öven lise hocaları, hâsılı öğrencinin değil akademik bir ortamın bile konusu olamayacak konuları sınıflara taşıyan meslektaşlarımız gençlerimiz üzerinde ciddi yaralar açmaktadır. Bu nedenle öncelikle din konusunda gençlerle buluşacak öğretmenlerin yeterliliğini doğru bir şekilde planlamak zorundayız.
Diğer bir mesele de dindarlıktan çok daha önce kazanılması gereken ahlak meselesidir. Dindarlığın her şeyden önce bir ahlak eğitiminden geçtiği dindarlığa giden yolun ahlaklı olmakla başladığını kabul etmeliyiz. Hazreti Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözünün anlamını eğitim sistemimize uygulamadıkça din eğitimi sorunu hiç çözülmeyecek. Müslümanlık açısından ahlak kesbi kazanılmış bir davranış biçimidir. İmam-ı Gazali Hazretlerinden Kınalizâde Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alâi’sine kadar hepsi ahlakın öğrenilen ve nesillere aktarılan bir davranışlar sistemi olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla insan varlığı dünyaya gelirken iyiye, güzele meyilli olsa bile bu, zamanla kazanılan bir şeydir. Bizi ahlaklı yapan şey eğitimdir.
Mart 2011'de Japonya’da, Fukushima Daiichi Nükleer Santrali'ndeki erime sonucu büyük deprem olmuştur. Birçok medya muhabiri, en büyük tahribata yol açan alanlarda bile yağmalamanın olmamasını şaşkınlıkla izlemiştir. Bunun sebebi konusunda uzun tartışmalarda, Japon okullarındaki ahlak eğitiminin bunda önemli bir rolü olduğu söylenmiştir. Bu konuda hazırlanan bir çalışmada Japonya’da insanların ihtiyacı olduğu hâlde dağılan dükkânlara girip başkasının malını almamasının sebepleri arasında şunlar sayılmıştır:
Ailedeki eğitim; okulda ahlaki eğitim; TV ve gazeteler gibi sosyal medyanın ahlaki değerleri aktarımı; Japon halkının toplum tarafından inşa ettiği dayanışma ve Japon halkının günlük hayattaki değer bilinci ve davranışı... Şimdi gelin bunlar açısından kendi toplumuzu değerlendirelim.
Teknolojinin sert rüzgârları arasında yol bulmaya çalışan gençlere kılavuzluk etmede yetersiz kalan ve onları tanımadıkları derin sulara gönderen eğitmenler; her gün toplumda sosyal medyada karşılaştıkları karikatürize edilmiş fetvalar; din ve gelenek eleştirileri, yüceltilen şiddet motifleri; okült ve kült öğretiler; elinde silahla adam öldürmekten başka bir yeteneği olmayan dizilerin kahraman figürleri… Tüm bunlar arasında eğer yüzde elli bir dindar, inançlı ve millî bir gençlik varsa bu ülkede öpüp başıma koymayı tercih ederim. Ve kuşkusuz her türlü eksikliğine rağmen fedakârca öğrencilerine örnek olmaya çalışan öğretmenlerimizi de saygıyla anmak isterim...
Bu köşe yazısı 06.04.2019 tarihinde Türkiye Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
16/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
15/11/2024