TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
2015’ten 2018’e dünya bambaşka bir yer oldu. Meğer o günler güzel günlerimizmiş de farkında değilmişiz. Hayat işte böyle. Gelin bugün 2015’ten 2018’e değişenlerin altını hızlıca bir çizeyim ve bir kaç sonuç çıkarayım.
2015 yılında, Türkiye, çok taraflı bir koordinasyon mekanizması olan G20’nin dönem başkanıydı. Bilmem o yılları hala hatırlayanınız var mı? G20 üyesi 19 ülkenin ve Avrupa Birliği’nin liderleri o yıl kasım ayında Antalya’daydılar. Türkiye, o yıl, sistemin tam merkezindeydi. Sağa sola çamur atmıyor, iş yapıyordu. Bu sayede Türkiye, G20’yi daha kapsayıcı bir mekanizmaya dönüştürme yolunda mesafe aldı ve G20 zirvesi ile takdir topladı. Hala anlatıyorlar.
2015 yılı Eylül’ünde Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (Sustainable Development Goals-SDG) üzerinde bir mutabakat sağlandı. Binyıl Kalkınma Hedefleri başarıya ulaşmış, dünyada yoksul insan sayısı azalmıştı. Küresel eşitsizlikleri, kırılganlıkları hedef alan yeni bir gündem üzerinde çok taraflı mutabakat sağlanıyordu. Kalkınma artık yalnızca gelişmekte olan ülkelerin meselesi olmaktan çıkıyordu. Her ülkenin hedef alınması gereken kendi kırılganlıkları vardı. Sürdürülebilirlik gündemi artık çevrenin ötesine geçerek, kentin sürdürülebilirliğini, ekonominin sürdürülebilirliğini ve hatta düzenli göç yönetimi gibi hususları da içerecek biçimde genişliyordu.
2015 yılı Aralık ayında Paris’te İklim Değişikliği Anlaşması imzalandı. Birleşmiş Milletler çalışıyor ve sonuç alıyordu. Dünyanın bu en önemli meselesi konusunda, farklı ülkeler arasında, ilk kez somut bir ortak adım üzerinde mutabakat oluştu. Yaşanabilir bir dünya konusunda bu önemli mutabakat herkesi umutlandırdı.
Bir de o yıl yeni teknolojilerin hızlı yayılması karşısında çok umutluyduk. Yeni teknolojik devrim iki nedenle mutluluk vericiydi. Birincisi, yeni teknolojiler sayesinde artık karbon bazlı olmayan bir büyüme mümkün hale geliyordu. Eskiden biz yüksek büyüme oranının artan çevre kirliliği demek olduğunu bilirdik. Yaşanabilir bir dünya demek, büyümeden feragat etmek demekti. Yeni teknolojiler sayesinde, büyümeden feragat etmeden, çevreyi koruyabilmenin yolu açılıyordu. Yapanlar vardı. İklim değişikliğini önlemenin finansmanı tartışıldığı sırada tam da önemli bir değişimin başındaydık, heyecanlıydık. Ülkeler arası rekabetin yerini, işbirliği mi alacaktı?
İkinci, yeni teknolojiler sayesinde artık kalkınmak için başka ülkelerin ayak izlerini takip etme zorunluluğu ortadan kalkıyordu. Her ülkenin hız kazanmak üzere farklı denemeler yapması ve en son teknolojilere doğru sıçraması artık mümkündü. Biyoteknoloji, nanoteknoloji ile bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler hızla yayılabiliyor ve her yerde hızla yeniden tekrarlanabiliyordu. O vakit, yani 2015 yılında, kalkınma gündemi tamamen değişir diye düşünüyorduk doğrusu.
Üstelik vakit ve imkan da vardı. Amerikan merkez bankasının o zamanki başkanı Ben Bernanke “artık bilançomuzu daha fazla büyütmeyeceğiz, likiditeyi paspaslama dönemine giriyoruz” dediğinde 2014 yılının sonlarıydı. 2015 yılında, G20 gündeminin konularından biri de buydu. “Düzenli bir biçimde bu duruma, küresel uyumu nasıl temin edeceğiz?” diye merak ediyorduk. Ama uyum için daha vakit vardı. O kadar da dert etmiyorduk. Çok taraflılık esastı. O vakitlerde, 2015 yılında yani, sistem, merkezi uyum için elinden geleni yapar diye düşünüyorduk bir yandan..
Sonra geldik 2018 yılına. Şaka maka derken, palyaço diye bakarken, Amerika’daki 2016 seçimleri Donald J. Trump’ı başkanlığa getirdi. Aslında çok alametler belirmişti. Macaristan ve Polonya’da benzerlerini görmüştük ama onların elinde yeterince güç yoktu. Trump, geçen hafta sonu Kanada’daki G7 zirvesini birbirine kattı. Sonra gidip Kuzey Kore Devlet Başkanı ile tarihi bir zirveye katıldı. Arada bol bol tweet atarak bütün ortaklarını sinir etti.
Bütün bu yaygaranın ne kadarı müzakere taktiğidir, ne kadarı sahici Amerikan politikasıdır, hala kimse bilmiyor. Ama geldiğimiz nokta ortada, Amerika iklim değişikliği anlaşmasından çekildi. Göçmenler konusundaki küresel anlaşmayı imzalamadı. SDG konusunda çekimser. Trans Pasifik Yatırım ve Ticaret Anlaşması’ndan da çekildi. NAFTA yeniden müzakereye açıldı. 2015 yılının kazanımları bir bir gitti. Şimdi, 2015 yılındaki halimize bakarak şu 2018 yılında geldiğimiz nokta konusunda, bir kaç tespit yapayım hemen.
Birincisi, 2018 yılı itibariyle, küresel sistemin işleyişinde bir temel değişiklik ortaya çıktı. Çok taraflı kararlar (multilateralism) yerini tek taraflı kararlara (unilateralism) bırakmaya başladı. Ben etrafta korumacı eğilimler filan değil, bir Amerikan tek taraflılığı görüyorum doğrusu. 2015’ten 2018’e “Bak, tüm buralar benden sorulur, bir tek benden, bilmem anlatabildin mi?” dönemine girdik. Dünya bir halden diğerine geçerken, Amerika “alemin kralı” konusunda bir hata olmaması moduna girdi, bir nevi. İyi ya da kötü değil. Böyle.
İkincisi, Trump karakteri ve tweetleri filan da bu yeni döneme son derece uygun. Sistem açısından ortada bir sapıtma filan yok böyle bakarsanız. Yeni bir dünya kuruluyor, eski dünya lideri yeni teknolojik devrimle, yeni dünyanın kontrolden çıkmamasını istiyor sanki.
Üçüncüsü, dünün çok taraflılığının nedeni, Amerika’nın küresel öncülük konusunda kendisine olan güveniydi. O güvenin kaynağında ise, Amerika’nın iyimserliği vardı. İşte o iyimserlik, yerini kötümserliğe bıraktı.
Dördüncüsü, kötümserlik yeni teknolojilerin olası sonuçları ile yakından alakalı duruyor. Bir yanda, “robotlar işimizi elimizden alıyor” korkusu öte yanda ise “Çinliler teknolojimizi çalıyor” yaygarası, bu dönemin kötümserliğinin temel kaynakları. Rusya, İran ve Kuzey Kore ise zaten düşman. Orada bir kuşku yok. Yukarıdaki her iki endişe de doğru değil aslında ama her ikisi de sahici. Sahici endişelere kalıcı çözümler üretecek siyaset halen ortada yok. O olmayınca ortalık sahte peygamberlere kalıyor.
Beşincisi, Türkiye gibi ülkelerin yapısal reformlardan kaçarak, günü kurtarmalarına imkan sağlayan, parasal genişleme (Quantitative Easing-QE) dönemi bitti. Artık parasal sıkılaştırma (Quantitative Tightening-QT) dönemi başladı. Yapısal reformlardan kaçarak, alıştığımız işleri, alıştığımız biçimde yapmaya devam ederek zenginleşme dönemi noktalandı. Şimdi küresel değişimle uyumlu yeni işler ya da eski işlere yeni yordamlar bulmamız gerekiyor.
Türkiye için artık “harç bitti, yapı paydos” dönemi başladı. Üstelik küresel olarak hiç de uygun olmayan bir ortamda başladı. Şimdi QE nedeniyle bollaşan likiditenin yardımıyla biriktirdiğimiz borçları azaltmanın bir yolunu bulacağız öncelikle. Daha az tüketecek, borçlarımızı geri ödeyeceğiz. İntibak yumuşak mı olacak yoksa sert mi, demek nedir burada? Ya şirket bilançolarını düzenli olarak küçültmek üzere bir plan yapacağız ya da şirket bilançoları düzensiz olarak küçülecek. Yumuşak ya da sert olacak. Her durumda küçülecek. 2001’de devletin bilançosunu düzenli olarak küçültmeyi becermiştik. Ama bunu hiç denemedik.
Sonra da kendimize yeni kurulan dünyada bir yer tanımlayacağız ve yerimizi alacağız. Kavga ederek değil, uyum sağlayarak. Ne yapacağız? Türkiye’ye yeni bir büyüme, millete yeni bir zenginleşme stratejisi saptayacağız. Bundan böyle, hızlı büyümenin, milleti yeniden perişan etmemesinin bir yolunu bulacağız. Çok işimiz olacak.
Ne olacağını önceden düşünmeye başlamakta fayda var. Ama enseyi karartmaya gerek yok. Daha önce yaptık. Yine yaparız. İyi bayramlar.
Bu köşe yazısı 14.06.2018 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024