TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Uzun süredir gündemde olmayan Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, geçen hafta (24 Kasım 2016) Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’nin katılım müzakerelerinin geçici olarak askıya alınması konusunda 37’ye karşı 479 oyla verdiği tavsiye kararı sonucunda yoğun olarak tartışılmaya başlandı.
Söz konusu karar karşısında tepkileri genelde iki şekilde özetlemek mümkün : kararı toptan red edip “hükümsüzdür” ya da, “tamam dedikleriniz doğru ama bu karar neticesinde Türkiye’de işler daha kötüye gidip, Avrupa karşıtlığı güçlenecek, bu da şimdi yapılır mı ?”.
Tepkilerin çoğunun kararı okumadan verildiğini biliyoruz, malum biz bu topraklarda okumayı çok sevmeyiz, medyanın sansasyonel manşetleri yetiyor bize yorum yapabilmemiz için. Avrupa Parlamentosu 24 Kasım 2016 tarihli kararında 15 Temmuz darbe girişimini şiddetle kınar ve bu girişimden sorumlu olanları ve girişimin bizzat içinde yer alanların cezalandırılmasını meşru görürken, 1950’den beri Avrupa Konseyi üyesi – hem de kurucu üyesi- ve 1999’dan beri AB aday üyesi olan Türkiye’nin hızla hukukun üstünlüğü, temel haklar ve adil yargılama ilkelerinden uzaklaşması, darbe girişimine olağanüstü hal rejimi çerçevesinde alınan önlemlerle orantısız tepki vererek tüm muhalifleri cezalandırma yoluna gitmesi, ve idam cezasının yeniden yasallaşması konusunda üst düzey açıklamalar yapılması ve de Lozan Antlaşması’nın eleştirilerek ülkenin mevcut sınırlarının tartışmaya açılması sonucunda Türkiye’nin katılım müzakerelerinin askıya alınması konusunda bir tavsiye kararı vermiştir.
Bu karar, Türkiye’yi artık sadece mülteci krizi ile mücadelede işbirliği yapılacak bir “üçüncü ülke” gören ve dolayısıyla ülkedeki siyasi gelişmelerle ve evrensel değerlere uyumla ilgilenmeyen bir çok AB üye devletinin aksine Türkiye gerçek bir “aday ülke” olarak görüldüğü ve ülke ve vatandaşları ciddiye alındığı için verilmiştir. Türkiye’de bir çok kişi tarafından unutulmuştur ama bu karar önerisini Avrupa Parlamentosu’nun gündemine sokan Sosyalist ve Demokratlar grubu 2004 yılında, bazı üye devletler, Hristiyan Demokrat grubun (Avrupa Halkları Partisi) bir bölümü ve o zaman sayısı sınırlı olan aşırı sağ karşı çıkarken, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü gibi temel evrensel normlara uyumda hızla mesafe kat eden Türkiye ile katılım müzakerelerinin açılmasını oybirliği ile onaylamıştı. Şimdi bu alanlarda hızla gerileme kaydeden bir aday ülkeyi uyarmak da Sosyalist ve Demokratlar Grubunun ve de Avrupa Parlamentosu’nun hakkıdır diye düşünüyoruz.
Avrupa Parlamentosu da herkes kadar bu kararının bağlayıcı olmadığını bilmektedir. Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin kurallarını belirleyen ve AB müktesebatının bir parçası olan “Müzakere Çerçeve Belgesi”nin 5. maddesi : “Birliğin temelini oluşturan özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere tam saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin Türkiye’de ciddi ve ısrarlı bir şekilde ihlal edilmesi durumunda, Komisyon, kendi tasarrufuyla veya Üye Devletlerin üçte birinin talebi üzerine, müzakerelerin askıya alınmasını önerebilir ve müzakerelerin tekrar başlaması için karşılanması gereken koşullara yönelik tekliflerde bulunabilir. Konsey, Türkiye’yi dinledikten sonra, müzakerelerin askıya alınıp alınmaması veya müzakerelerin yeniden başlaması için aranacak koşullarla ilgili bu tür bir öneriyi nitelikli çoğunluk esasına göre kararlaştıracaktır. Üye Devletler, Hükümetlerarası Konferans’taki genel oybirliği şartından bağımsız olarak Hükümetlerarası Konferans’ta Konsey kararına uygun olarak hareket edeceklerdir. Avrupa Parlamentosu’na bilgi verilecektir” hükmünü taşımaktadır.
Bu hükme ragmen müzakerelerin askıya alınması yönünde karar alan Avrupa Parlamentosu AB üye devletlerinin özellikle mülteci krizi ile mücadelede işbirliği yapması nedeniyle Türkiye için böyle bir karar vermeyeceğinin[1] bilincindedir, ancak Türkiye’nin evrensel değerlerden süratle uzaklaştığı bir dönemde hem Türkiye yöneticilerimi hem de bu gidişata sırf mülteci anlaşması devam etsin diye göz yuman AB ülkelerini uyarmak istemiştir. Ayrıca evrensel değerlerden gitgide uzaklaşan ama AB’nin karşılaştığı en ciddi sorunların başında gelen mülteci krizinde, yasa dışı göçmenlerin AB’ye geçişini engelleyerek ya da gidenleri geri kabul ederek bu sorunun çözümünde sınıfta kalan AB’ye destek olduğu için ülkedeki olumsuz gidişata göz yumulmasını isteyen Türkiye ile müzakerelerin esasında, AB’den de kaynaklanan nedenlerle uzun süredir devam etmediğini ve bu şekilde devam da edemiyeceğini göstererek “kral çıplak” demiştir. Bu Türkiye’ye ve AB üye devletlerine verilmiş bir siyasi mesaj olarak algılanmalıdır.
Avrupa Parlamentosu’nun neden böylesine katı bir tavsiye kararı aldığı Türkiye’ye neden daha önce uyarılarda bulunmadıklarını sorgulayanlar mevcut. Daha önce Avrupa Parlamentosu başkanı ve Parlamento’nun Türkiye raportörü çeşitli kereler Türkiye’yi uyardı ama Türkiye’de yetkililerden aldıkları yanıtlar genelde “kimsin sen ?” şeklinde oldu ve istenmeyen kişi ilan edildiler.
Şimdi bazı “AB uzmanları” “Avrupa Parlamentosu önemli bir AB kurumu değil”, “AB içinde bile demokratik meşruiyeti tartışılıyor” gibi yorumlar yapıyorlar. Oysa Avrupa Parlamentosu, - her ne kadar bir çok ilke ve değerini yitiriyor olsa da - AB içinde “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin bir gereği olarak karar alma sürecindeki ağırlığını giderek artırıyor. AB’de artık bir çok karar, AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu tarafından ortak veriliyor. Türkiye’nin AB ile yaptığı mülteci anlaşması karşısında temel beklentilerinden biri olan vize muafiyeti konusunda Parlamento’nun da onayı gerekli. Ayrıca “biz de gümrük birliğini gözden geçirip geliştirerek yolumuza devam ederiz” diyenlerin hatırlaması gereken bir gerçek de yeni anlaşmanın da Avrupa Parlamentosu onayından geçecek olduğu.
Bundan sonra neler olabileceğini kestirmek zor, ancak gelişmelerin çok parlak bir geleceğe işaret etmediği de kesin. Türkiye, vatandaşlarına vizelerin kaldırılması için gerekli koşulları -ki bunların başında terörizm tanımının değiştirilerek gazeteci ve akademisyenlerin yazdıklarından dolayı terör suçu ile yargılanmasının önlenmesi gerekiyor- yerine getirmediği için bu sene sonuna kadar vize muafiyetinin gerçekleşmeyeceği açık. Türkiye de muhtemelen buna karşı mülteci anlaşmasının uygulanmasına bir son vererek, göçmenlerin AB ülkelerine gidişini kolaylaştırmak için sınır kontrollerinden vazgeçecek ve AB’ye yasa dışı yollarla giden göçmenleri geri almaktan vazgeçecek.
Her ne kadar müzakereleri sonlandırma konusunda resmi bir karar alınmasa da, müzakere süreci bir illüzyon olmaya devam edecek ve Türkiye’nin AB’ye üyelik perspektifi en azından uzunca bir süre gerçekçi olmaktan çıkacak.
Bu durum karşısında Türkiye’nin AB’den kopmasını haklı olarak siyasi ve ekonomik açıdan sakıncalı gören bazı uzmanların ilişkilerin enerji, terörle mücadele ve gümrük birliği alanında işbirliği ile devam etmesini öneriyorlarsa da, Türkiye’de demokrasi, ifade özgürlüğü ve hele de hukukun üstünlüğü ilkeleri evrensel değerler olarak değil de “batı tarafından empoze edilen kültürel değerler” olarak görülmeye devam ettiği sürece ve taraflar arasında hayli zedelenmiş olan güven ilişkisi yeniden tesis edilmeden bu da zor gözüküyor. Unutulmaması gereken başka bir husus da salt ekonomik ve ticari işbirliği için bile hukukun üstünlüğünün yanı sıra şu anda göz ardı edilen ve uyumda zorlanılan saydamlık ve hesap verilebilirlik gibi ilkelerin de zorunlu olduğu.
[1] Bazı ülkeler de her ne kadar görüşmelerde olumsuz gelişmeler olsa da Kıbrıs’ta hala bir çözüm olasılığı görerek, bazıları da müzakereler askıya alınırsa bir daha asla başlatılamıyacağını –tekrar başlatma kararı oybirliği gerektirmektedir- bilerek böyle bir karar almayacaklardır.