TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Geçenlerde bir yabancı yatırımcı bana böyle dedi. Soruyu soran, bir portföy yatırımcısıydı. Herkes gibi o da Türkiye’den yenilerde çıkmıştı. Şimdi geri gelmeden önce ortada bir pırıltı görmek istiyordu. Ama sağa baksa problem, sola baksa çatışma görüyordu. Bir türlü o pırıltıyı yakalayamıyordu. O nedenle sinirliydi.
Kolay mı? Merkez Bankası ne yaptığını bilmiyor, üstelik de güven vermiyordu. Zaten bu banka yönetimi yakında gidecekti. Söz verseler ne yazardı. Yerlerine kimin geleceği belli değildi. Normal bir ülkede bu riski yönetmek için, birkaç ay önceden bankaya kimin guvernör olarak atanacağı açıklanabilirdi. Ama Türkiye’de, yönetimdeki bölünmüşlük böyle bir ön tedbirin alınmasına imkân vermiyordu. Aynı nedenle, açıklanan reform tedbirleri de fazla heyecan uyandırmıyordu. Zaten ne olduğu da tam belli değildi. Acaba uygulanma şansı olur muydu? Malum ortada bir yönetim problemi vardı. Etrafta yoğun bir seçim şayiası dolaşıyordu. Gerçi Sayın Başbakan, “Seçim filan yok” demişti. Ama belli mi olurdu? Türkiye’ydi bu.
Doğrusu ya, umarsız bir biçimde bir neden arıyor ama bulamıyordu. İran’a yönelik yaptırımların kaldırılması kararının da siyasi nedenlerle Türkiye’ye pek bir fayda sağlamayacağını düşünüyordu. Bugün müsaadenizle bu soruya nasıl cevap verdiğimi anlatayım. Anlatayım ki moralimizi o kadar da bozmayalım.
1990’lı yıllarda biz içimize kapanmış, derin bir uykuya dalmıştık. Çin, o ara dünyanın ayrılmaz bir parçası olmuştu. Biz bir uyandık ve karşımızda gördüğümüz yeni dünyaya şaşırdık. Türkiye, son birkaç yıldır benzer bir halde doğrusu. İçimize, 19’uncu yüzyıldan kalma meselelerimize yeniden kapandık. Her birinin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Bir süredir yine derin koma halindeyiz. 1990’larda da aynı 19’uncu yüzyıldan kalma mesele ile uğraşıyorduk. Hatırlatırım. Ben Kürt meselesi hakkında ne yapacağımızı bilemez halde olmamızın, Türkiye’nin, mesela, Suriye’de etkinlik alanını daralttığını düşünüyorum. Onu da not edeyim. Aynı durum, Türkiye’nin İran’a yönelik stratejisi için de geçerli aslında.
Bundan 30 yıl sonra, bu bölgede aynen kalacak 5 ülke görüyorum ben. Kalanları değişebilir, başkalaşabilir. Ama bu 5 ülke burada kalır. Bu 5 ülke de bir gelenekten gelir ve ülkedir. Sınırları öyle kum havuzunda çizgi filan değildir. Kalanları öyledir. Bugün olup bitenlere bu perspektifle bakmak bana faydalı geliyor. Bu ülkeler, Rusya, Türkiye, İran, Mısır ve İsrail’dir. O olur, bu olur. Şu değişir, bu değişir. Ama bu 5 ülke burada böylece kalır. Bugünkü meselelere bakarken kalıcı olanlarla kalıcı olmayanları öncelikle ayırt etmekte fayda vardır. İlk nokta budur. Türkiye, içinde bulunduğu bölgenin kalıcı aktörlerinden biridir.
Listeye bakınca hemen akla gelen ikinci noktayı da ekleyeyim. Türkiye, bugün kendi bölgesinin kalan 4 aktörü ile konuşmamaktadır. Bir nevi küstür. Bunların ikisinin başkentinde büyükelçimiz bile yoktur. Bölgemiz yeniden şekillenirken Türkiye’nin, kendi bölgesinin kendi dışındaki diğer 4 kalıcı aktörü ile küs kalabilmesinin imkânı yoktur. Sayın Cumhurbaşkanımızın İsrail-Türkiye yakınlaşmasına dair sözlerine bu çerçevede bakmak gerekir diye düşünüyorum ben doğrusu. Ne yapmak gerektiği açıktır. Türkiye, gecikmeden yapılması gerekeni yapmalıdır. İsrail ile ilişkilerimizi düzeltmek yetmez. IŞİD belasının bir numaralı güvenlik tehdidi haline geldiği bu dönemde, Mısır’ın yeniden bölgeye dönmesine de önayak olmak gerekir.
Peki, İran meselesine nasıl bakmak gerekir?
Öncelikle altı çizilmesi gereken nokta şudur: Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a yönelik yaptırımları yasal olarak henüz kalkmış değildir. Olmuş bitmiş bir hadise yoktur daha. Başkan Obama, İran’ın nükleer anlaşmanın gereklerine şimdilik uyduğu Atom Enerjisi Komisyonu tarafından açıklandıktan sonra, idari bir kararla üçüncü ülkelere yönelik olarak koyduğu ek yaptırımları, yine idari bir kararla kaldırmıştır. Rezerv parayı kontrol etmenin nasıl büyük bir güç olduğunu bu idari kararla hep birlikte öğrendik doğrusu. İran hala imtihandadır.
Şimdi üçüncü ülkelerin yeniden İran firmaları ile ilişkiye geçebilmelerinin yolu açılmıştır. Ama Amerikan firmaları ve Amerikan firmalarının dış temsilcilikleri için İran yaptırımları hala geçerlidir. Bunun için, Amerikan Kongresi’nin karar alması gerekmektedir. Amerikan Başkanlık seçimleri ile ilgili kampanyada, Cumhuriyetçi adayların tümü öncelikle İran’la nükleer anlaşmaya neden karşı olduklarını anlatıyorlar. Başkan olacaklarından değil ama Kongre’deki Cumhuriyetçi çoğunluk açısından bu noktayı dikkate almak gerekir. İran’a yönelik Amerikan yaptırımları esas olarak kalkmış filan değildir. İran hala imtihandadır.
Amerika’nın yaptırımları kaldırması süreci devam ederken İran’ın da artık ekonomik reformlara odaklanması gerekiyor. Ben İran yönetiminin, sürdürülebilirlik açısından yapması gerekenleri yapmakta tereddüt etmeyeceğini düşünüyorum. Başkan Ruhani’nin iş başına gelmesi ve en son seçime girecek adaylarda aranan kriterleri “İlk imamlar bile bu kadar kusursuz değildi” diyerek eleştirmesi, İran’daki pragmatik transformasyonu anlamak adına kuşkusuz önemlidir. İran hala imtihandadır.
Türkiye, bu geçiş süreci içinde üç önemli işlev üstlenebilir, bana sorarsanız. Birincisi, Türkiye’nin dışa açılma serüveni, İran ekonomi yönetimi açısından bir ilham kaynağıdır. 1980’den itibaren serbestleşme sürecinde yaptığımız hatalar, doğrusu ya, herkes için yol göstericidir. Geldiğimiz nokta ise etkileyicidir. Şu Suriye işinden önce, İran’dan Türkiye’ye her yıl bu nedenle neredeyse 2 milyona yakın turist geliyordu. Şimdi yarı yarıya azaldı. Neden? Bizim hatamızdır.
İkinci nokta şudur: Türkiye’nin İran ile ticaretini sınırlandıran, bugüne kadar, İran ekonomisinin kontrollü bir ekonomi olmasıdır. Türkiye, 1980’lerde Turgut Bey’le birlikte dışa açılmış, İran ise devrimle birlikte içine kapanmıştır. Bu nedenle İran’ın kişi başına geliri, Türkiye’nin kişi başına gelirinin altında kalmıştır. Türkiye kazanmış, İran kaybetmiştir. Son dönemde, Türkiye’nin Avrupa’nın toplam ithalatı içindeki payının artması, ilişkilerimizin yakın gelecekte nasıl şekillenebileceğine ilişkin önemli bir göstergedir. Türkiye’nin coğrafi yakınlıktan kaynaklanan avantajını kullanamaması düşünülemez.
Şekil 1: Seçili Ülkeler İçin Kişi Başı GSYH, Cari ABD Doları, 1960-2014
Kaynak: Dünya Bankası,
Not: İran’ın 1991 ve 1992 yıllarına ilişkin verileri eksiktir.
Şekil 2: Avrupa Birliği’nin İthalatı (3 Aylık Hareketli Ortalama, Mevsim ve Takvim Etkisinden Arındırılmış, Euro Bazında, 2010=100)
Kaynak: Erdem Başçı, Plan ve Bütçe Komisyonu Sunumu, 7 Ocak 2016, Slayt 27
Üçüncü nokta, Avrupa ve Amerikan firmalarının bizim bölgedeki faaliyeti, bir nevi buzdolabını doğrudan elektrik santraline bağlamak gibidir. Bu yollardan yakında geçmiş, bu bölgeyi bilen firmaların bu geçiş sürecinde üstlenebileceği önemli roller olacaktır. Özellikle İran piyasasına şimdilik girişi engellenen firmalarla birlikte çalışacak firmalara bu dönemde çok iş düşecektir. Benden söylemesi, Türk firmalarının bölgeyi tanıma avantajının yeniden işe yarayabileceği bir döneme giriyoruz.
Ben böyle deyince, “Peki, ama siyaset burada da engel çıkarmaz mı?” diye soruyorlar. Ben ise “Siyasetçiler bu ortamda gölge etmesinler, başka ihsan istemez” diyorum ve herkese İran’daki pragmatik dönüşümü daha yakından takip etmelerini öneriyorum.
Bu köşe yazısı 28.01.2016 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.