TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Ben bir süreden beri Türkiye’nin kasvetli gündeminden uzakta durmaya gayret ediyorum. İçinde bulunduğumuz günlerde, ehemi mühimden, yapısal olanı konjonktürel olandan ayırt edebilmenin önemli olduğu kanaatindeyim. Neden bu konu ve neden tam da şimdi? Müsaade ederseniz bugün bundan başlayayım ve sonra Çinliler nasıl yapıyor, Türkler neden yapamıyor konusuna geleyim.
Türkiye’nin mevcut kasvetli gündeminin en temel özelliği nedir? Gerek iktisadi, gerekse de siyasi ve sosyal olarak, Türkiye’nin mevcut gündemi sürdürülebilir değildir. Mevcut halin olduğu gibi korunması mümkün değildir. Bir nevi, eski hal muhaldir. Bu bence mevcut gündem üzerine düşünürken akılda tutulması gereken ilk noktadır.
Geleyim ikincisine. Benim gördüğüm, Ankara’da mevcut gündemin sürdürülebilir olmadığı noktasında derin bir mutabakat vardır. Zaten bir türlü asıl konuya odaklanamayan dönüşüm programları, eski halin muhal olduğunun kabulünden kaynaklanmaktadır.
Üçüncü nokta ise şudur: Eski halin sürdürülebilir olmadığı kabul edilmekle birlikte, yeni hal de henüz tanımlanmış değildir. İşte, ehem ile mühimin, konjonktürel olanla yapısal olanın birbirinden ayrılması gereği tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yeni gündemi tanımlarken, yeni halin nasıl olabileceği üzerine düşünürken, eski halin sürdürülmesine imkan vermeyen yapısal hususlar üzerine eğilmekte fayda vardır. Ortada bir tıkanıklık vardır. Tıkanıklık olduğu konusunda bir mutabakat da mevcuttur. Şimdi tıkanıklığı aşmanın yolu, tıkanıklığın yapısal nedenlerini herkesin gözüne sokmaktan geçer. Bunu ise hemen şimdi yapmak gerekir. Siyasetçiler siyasi olandan bahsetsin, ben size iktisadi olarak nasıl bir tıkanıklık hali içinde olduğumuzu anlatayım.
Nedir Türkiye’nin tıkanıklığı?
Türkiye, 1980’den sonra ihracatını 3 milyar dolardan 150 milyar dolara çıkarmıştır. Toplam ihracatı içinde imalat sanayi mallarının payını yüzde 10’dan yüzde 90’a yükseltmiştir. Velakin yüksek teknolojili ihracatının toplam ihracat içindeki payını 1990’lardan günümüze artıramamıştır. Bana sorarsanız ortada büyük bir iktisat politikası beceriksizliği vardır. Yandaki grafik işte tam da bu beceriksizliği göstermektedir. 1990’larda Çin uyanırken, Türkiye bir gaflet uykusundaydı. Grafik, 2000’lerin ilk 10 yılını da aynı gaflet uykusunda geçirdiğimizi gösteriyor. Hadi 2001’de kriz vardı. Hadi 2006’ya kadar istikrarı sağlamaya çalışıyorduk. Ama 2007’den sonrasının hiçbir özrü, bahanesi filan yok bana kalırsa. Yüksek teknolojili ihracatın toplam ihracat içindeki payında 1992’de neredeysek, 2012’de de oradayız. Bu aymazlığın özrü filan olabilir mi? Olmaz.
Aynı zaman diliminde Çin, yüksek teknolojili ihracatın toplam ihracat içindeki payını yüzde 5’lerden yüzde 25’lerin üzerine çıkarmış. Biz uyumuşuz. Dikkat edin, Kore aynı oranı yüzde 20’lerden yüzde 25’lerin üzerine çıkarıyor. Ama bakın Çin pek etkileyici bir performans sergiliyor. Kore nasıl öyle oldu, biz neden böyle kaldık diye bakıldığında neler göründüğünü geçenlerde anlatmıştım. Müsaadenizle bugün Çin nasıl yapıyor, Türkler neden yapamıyor konusu üzerinde de durayım.
Bu amaçla, buraya ikinci bir grafik daha ekleyeyim. Bu, ARGE harcamalarının ne kadarının devlet şirketleri ile üniversiteler ve ne kadarının özel sektör firmalarından kaynaklandığını gösteriyor. Mavi olan, şirketler kesimi ARGE’si, kırmızı olan ise kamu ve üniversiteler. Yeşil üçgen ise milli gelirin ne kadarının temel bilimlere ayrıldığını gösteriyor. Sene 2013. Çin’de de aynı Kore’de olduğu gibi ARGE’nin esası özel sektör tarafından yapılıyor. 1970’lerin başında Kore böyle değildi. Bakın Çin hemen aynı noktaya gelmiş gibi duruyor. Türkiye, ARGE’nin hala şirketler değil, kamu tarafından finanse edildiği bir ülke konumunda. Dikkatinizi çekerim, bu arada temel bilimlere ayrılan kaynak, Kore’de milli gelirin binde 8’ine ulaşırken, Çin’de halen düşük bir seviyede duruyor.
Peki, Çin yüksek teknolojili ihracat kapasitesi yaratmak için ne yapıyor? Bu yıl Haziran ayında, China Daily’nin haftalık European Weekly yayınında Cambridge Üniversitesi’nden Peter Williamson ile yapılan bir söyleşi vardı. Oradan devam edeyim.
Çin şirketleri bir süreden beri Avrupa’da inovatif küçük şirketleri bünyelerine katıyorlar. Bir nevi, çok uluslu şirketler gibi davranıyorlar. Daha önceleri, daha büyük, kötü yönetildiği için finansal zorluğa düşmüş şirketleri satın almışlar. Sonra kocaman bir şirketi adam etmenin daha fazla çaba gerektirdiğini ve bu işi bilmediklerini görmüşler. Mesela, SAIC Motor Koreli SsangYong’u almış. TLC, Fransız Thomson’u bu çerçevede almış 2000’li yılların başında. Ne yapmışlar? Önce hata yapmışlar. Sonra hatalarından öğrenip davranış biçimlerini değiştirmişler. İyi yönetilen, küçük ama yenilikçi şirketlere yönelmişler. Mesela 2005 yılında ChemChina, Belçikalı Adisseo’yu satın almış. Aynı biçimde Huawei, Centre for Integrated Photonics’i satın almış Williamson’a göre. Şimdi Huawei, CIP teknolojisi ile yeni ürünler üretmeye hazırlanıyormuş.
Peki, 2000’lerin başına göre değişen nedir?
Birincisi, Çin’de Çin şirketlerinin doğrudan yurt dışı yatırımları, yabancıların Çin’e doğrudan yatırımlarını aştı artık. 2015 yılı bu açıdan bir kırılma noktası. İkincisi, satın alınan şirket öyle parça parça sökülüp Çin’e filan götürülmüyor. Hatta yönetimi bile değiştirilmiyor. Ne yapılıyor? Çin’den bir grup mühendis bu şirkette çalıştırılıyor. Şirket neyi yapıyorsa, Çinliler bir süreç mühendisliği çalışması ile orada yapılan işi Çin’de kendi fabrikalarına, hatta farklı alanlara nasıl adapte edebileceklerini düşünüyorlar. Böylece o şirketin teknolojisini, iş sürecini kendi alanlarına uydurmaya çalışıyorlar. Üçüncüsü, satın alınan ve yönetimi bile değişmeyen başarılı ve küçük şirket, Çin piyasasına ve Afrika piyasasına büyük bir kolaylıkla girebildiği için değerini artırıyor. Bir nevi, kazan-kazan durumu yani. Herkes mutlu oluyor.
Söyler misiniz lütfen, bu bir üst akıl işi değil midir? Bir şirketi alırken ondan ne öğreneceğini zaten biliyor olmak, buna göre, o şirkete mühendisler gönderebilmek, döndüklerinde de o mühendisleri ne yapacağını biliyor olmak, bir nevi üst akıl gerektirmez mi? Çinliler nasıl yapıyor, Türkler neden yapamıyor derken aklıma yeniden bu konu geldi doğrusu. Ben boşuna “Türkiye’ye bir üst akıl lazım” demiyorum.
Şimdi dönüşüm programları vasıtasıyla tam da Türkiye’ye teknoloji transferi nasıl olur, Türkiye nasıl öğrenen bir topluma dönüşür diye düşünürken, bu Çin örneğini sizinle paylaşayım istedim. Bakın bu da olabiliyor. Biz şimdilik yapamıyor olsak da biraz çabayla öğrenebiliriz gibi geliyor bana doğrusu.
Bu gaflet uykusundan artık uyanmamız dileğiyle size bir anlatayım istedim. Ne bileyim, belki siyasetçilerimiz çelik çomak oynamayı bırakıp ciddileşirler.
Bu köşe yazısı 04.09.2015 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024