TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girebilmesinin ilk şartı nedir? Öncelikle kişi başına milli gelirimizin şimdiki 10 bin dolar düzeyinden 25 bin dolar düzeyine çıkması gerekir. Türkiye, 2006 yılından beri 10 bin dolar barajına takılmış, ileriye doğru adım atamıyor. Olduğu yerde debeleniyor. Sayın Başbakan o dönüşüm programlarını tam da memleket debelenmekten kurtulsun diye açıklamadı mı? Aslında herkes içinde bulunduğumuz halin kalıcı olmadığının farkında. Bu refah düzeyini bu halde, bu değişen dünyada sürdürebilme şansımız yok. Ya daha mütevazı bir yaşama hazırlık yapacağız, ya da daha fazla zenginleşeceğiz. Ama benim bugünkü konum tam da bu değil doğrusu. Dönüşüm programları değerlendirmesine giden yolda, bu işi bizden daha önce yapanlara, bu yoldan daha önce geçenlere şöyle bir bakmak istiyorum. Doğrusu ya, bir desen (pattern), bir düzenlilik arıyorum. İktisatçı ve istatistikçi Edward Leamer’ın dediği gibi, “İnsanoğlu desen arayan ve o desen üzerinden hikâye anlatan bir hayvandır.” Bilim bir nevi bu değil midir zaten? İşte tam da o hesap.
Yandaki tabloda tam 14 ülke var. Hepsi de bizden evvel, bizim şimdi yapmak istediğimizi yapmışlar. 10 bin dolar kişi başına gelirden 25 bin dolar kişi başına gelire yükselmişler. Orta gelirli bir ülkeden zengin bir ülkeye dönüşmüşler. İlk temel tespiti biliyoruz. 10 bin dolardan 25 bin dolara geçmek için niteliksel bir dönüşüm gerekiyor. Bir halden ötekine geçmeden, kabuğunuzu kırmadan, organizasyon kabiliyetinizi artırmadan zengin olunmuyor. Bu kadarı 10. Kalkınma Planı’nda da yazıyor. Ama biz hala o planı operasyonel hale getirecek dönüşüm adımlarını tam tespit edemedik doğrusu. Eylem Planları ortada. Ama henüz planda yazanla Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu’nda konuşulanı operasyonel eylem adımına nasıl çevireceğimizi bir türlü belirleyemedik. Tam 1,5 yıldır. Bizim hatamız. O vakit, soru meşrulaşıyor: Peki, niteliksel bir dönüşüm için somut olarak ne yapmak gerekiyor? Bu 14 ülke ne yapmış da yapmış? Gelin tabloyu yorumlamaya başlayalım, bir desen arayalım.
Ben ilk baktığımda şunu görüyorum: Amerika, İngiltere gibi ülkeler bu sıçramayı ilk kez yapmışlar. İlk yapanların 10 bin dolardan 25 bin dolara çıkması 40-45 yıl sürmüş. Son olarak bu işi Japonya, Tayvan ve Kore yapmış. 10 bin dolardan 25 bin dolara geçme süresi yarı yarıya kısalmış. Dikkat edin, Tayvan 2004’te, Kore ise 2010 yılında, daha yenilerde eşiği aşmış, yeni bir hale geçmiş. Yani biz patinaj yaparken, 21’inci yüzyılın hemen başında eşik atlayanlar olmuş. Peki, süre neden kısalmış? Bana sorarsanız, sanayi devrimi teknolojileri ile 1990’ların teknolojileri arasındaki farklılık nedeniyle. Eskisinin etkileri ekonomiye daha yavaş yayılırken, 1990’lardakinin etkileri daha hızlı yayılmış. Şimdiki teknolojiler bu süreyi bir daha yarı yarıya kısaltabilir mi? Mesela şöyle 8-10 yıla? Evet. 2023 hedeflerine hala ulaşılabilir mi? Evet. Not edeyim, bu da ikinci tespit olsun ve aklınızda kalsın.
Peki, nedir bu Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ın ortak özellikleri? Gelin aklımdakileri sayayım, bu da üçüncü tespit olsun. Birincisi, hepsi de Doğu ve Güneydoğu Asya’da yer alıyor. Ama herhalde bir tek iklim farklılığı olmamalı ortadaki fark. İkincisi, hepsi de sanayi politikasını etkili bir biçimde kullanan ülkeler. Demek ki son 30 yılda yapabilenler, piyasaya teslim olarak değil, piyasayı yönlendirerek başarılı olmuşlar. Aktif sanayi politikası işe yaramış duruyor. 1930’ların kaba devletçiliği değil burada söz konusu olan. Bize, bu kez bir ne daha yaptığını bilen akıllı bir devlet lazım. Teknoloji artık farklı. Alın terinin yerini akıl terinin aldığı bir dönemde, kaba gücü ve hoyratlığı ile değil zekâsı ile iş bitiren bir devlet gerekiyor. 10.Kalkınma Planı’nı Korece konuşmaya çalıştığımız ilk belge olmasından sevmiştim zaten. Üçüncüsü ise, her üç ülke de dış tehdit algısı ile birlikte dönüşmüşler. Ülkeleri değişmeye zorlayan, rahatlarını bozmalarına neden olan, buna katlanmalarını sağlayan bir mücbir sebep var hep. Kore’yi bu dönüşüm yoluna sokanlar daha önce açlık yaşamış bir nesildi. Keza Japonya için de böyle. Açlık ve kıtlık korkusu iktisadi güç olma amacına herkesi kolaylıkla odaklamış zamanında. Fedakârlık yapmayı kolaylaştırmış. Nedir? Milletçe tek bir noktaya odaklanma iradesi için bir mücbir sebep gerekiyor. Reform, iradeyi bir noktaya odaklamadan olmuyor.
Buyurun bir de delil size: 2012’de Philippe Aghion, Thorsten Persson ve Dorothee Rouzet tarafından yapılan çalışma “Eğitim ve Askeri Rekabet” başlığını taşıyor. Buna göre, ülkeler bir askeri yenilgi sonrasında ya da bir tehdit algıladıklarında ilkokula yazılan öğrenci sayısı belirgin bir biçimde artıyor. Batının teknolojisini alma hedefi galebe çalıyor. Herkes geleceğe hazırlanmaya başlıyor. Japonya 1860’larda böyle bir ülke. Kore, veri setinde yok ama Çin benzer bir deneyimden geçmiş. Türkiye de öyle. 1886-1906 arasında bizde de okul kayıtları belirgin bir biçimde artıyor. 1877-1878 İkinci Türk-Rus savaşı öncesinde ve sonrasında. Hani şu Rus ordularının Yeşilköy’e kadar geldikleri savaş ile bir tehdit algısı oluşmuş ya, işte o kuşaklar Cumhuriyeti kurmuş sonuçta. Demek ki kafaya takmak, şevke gelmek, milletçe fedakârlığı kabullenmek gerekiyor.
Benim bu tablodan çıkardığım dersler bunlardır. Neyi eksik görüyorum? Bizde şimdilik o mücbir sebebi, o tehdit algısını görmekte zorlanıyorum. Belki bir yerlerde vardır. Bekleyin biraz.
Bu köşe yazısı 27.11.2014 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayımlandı.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024